top of page
  • Eren Kürklü

21. Yüzyılın Korkulu Rüyası: Dijital Bağımlılık

Teknoloji ile birlikte büyümeyi öğrenmeliyiz, tıpkı onsuz yaşamayı bilmemiz gerektiği gibi.

Son zamanlarda bütün dünyayı yavaş yavaş ele geçiren bu garip bağımlılığa “dijital” deniliyor. Öncelikle genel olarak bağımlılık konusunu ele alırsak, günümüzde uzmanlar tarafından bağımlılığın iki türüne dikkatler veriliyor: madde bağımlılığı ve davranışsal bağımlılık. Dijital bağımlılık diye nitelendirdiğimiz sosyal medya, internet veya telefon bağımlılığı, “davranışsal bağımlılık” kategorisi içine giriyor. Yazar Adam Alter’a göre davranışsal bağımlılık, pek çok yönü ile madde bağımlılığına benziyor. Elbette, davranışsal bağımlılık ifadesi ile herhangi bir maddenin enjekte edilmesinden bahsedilmiyor. Aynı zamanda çok daha yeni bir hadiseyi ifade ediyor, oysa madde bağımlılığı çok eskilere kadar dayanıyor. İlginçtir ki, bahsedilen bu iki bağımlılık türünün arasında, uzun yıllar boyunca bağımlılık seviyesine gelecek kadar etkileyici ve güçlü hiçbir davranış tespit edilemiyor.

Araştırmacılar “bağımlılık” ifadesini kullandıklarında temel olarak 3 özellikten bahsediyorlar:

  • Kısa vadede yapmaktan keyif aldığımız davranış;

  • Tamamen içgüdü ve dürtü ile yaptığımız, tekrar tekrar geri döndüğümüz bir davranış;

  • Ancak uzun vadede bizim sağlımıza zarar veren bir davranış, ister sosyal, ister finansal, ister fiziksel, ister psikolojik bir zarar olsun.

Bağımlı olduğumuz şey aslında telefonumuz değil. Bilgisayar, televizyon veya herhangi bir alet de değil. Gerçekte bağımlı olduğumuz şey bize bu alettin sunduğu ve ulaştırdığı içerik. Yeterince alamadığımız, daha çok istediğimiz şey ekranın kendisi değil, ekranın bize sağladıkları. Ve bu ekran bize sürekli bambaşka şekiller altında bir şeyler sunuyor. Bugün ne zaman, nereye gitsek teknoloji de bizimle geliyor. Ne zaman gerçek hayatımızdan sıkılsak bizi sonsuz bir eğlencenin içine hapsedecek teknolojiye sığınıyoruz. Sonsuz, çünkü bu platformlar âdeta dipsiz birer kuyu gibiler. Günün her anı, her saati keşfedilmeyi arayan yepyeni içerikler karşımıza çıkıyor. Ne zaman kendimizi yalnız hissetsek, kendimizden emin olmasak ve bir sonraki adımda kendimizle ne yapacağımızı bilmesek; ne zaman kendimizi yeterli veya yararlı hissetmesek elimizi anında telefona atıyoruz. Otobüse binip trafiğin içinde kaldığımızda, etrafa öylesine bakmak yerine, rahatsızlık hissiyatı vermek yerine, bir şeyle meşgul izlenimi vermek için hepimiz telefonumuza bakıyoruz. Bir arkadaşımızla dışarı çıktığımızda, o sırada onun birine mesajla cevap vermesi gerektiğinde, sırf boş bekliyoruz hissiyatı vermemek için, bakacak hiçbir şeyimiz olmamasına rağmen telefonumuzu refleks olarak elimize alıyoruz. Adam Alter iki kelimede bu durumu çok güzel özetliyor: “Yetişkin Emziği”. Ekranını açıyorsun, yukarı kaydırıyorsun, tekrar rahatlamış hissediyorsun.

Teknolojinin bağımlılık seviyesine ulaşmasında araştırmacıların verdiği temel iki sebep görülüyor. Birincisi, 10 sene öncesine göre çok daha içerikli, gelişmiş, hatta belki de “sofistike” hale gelmiş olması. İkinci olarak da bu gelişmeden dolayı tahmin edilemeyecek kadar hızlı geri dönüşleri alabiliyor olmamız. Bu geri dönüşler ister olumlu olsun, ister olumsuz. Nihayetinde görmezden gelinmiyor ve fark ediliyoruz. Adam Alter’a göre insanlar sosyal medyayı onay arayışları için kullanıyorlar. Gerçekten de, sosyal tasvip günümüzde çok önemli bir rol oynuyor. Ve paylaştığımız içeriklerle olumsuz geri dönüşleri dahi göze alıyoruz. Çünkü olumsuz geri dönüşler almak, hiçbir geri dönüş almamaktan daha iyi geliyor. Çünkü olumsuz yorumlarda bile en azından farkına varılıyoruz, belki de gerçek hayatımızda varılmadığımız kadar…


Black Mirror’ın yaratıcısı Charlie Brooker bağımlılık sebebimizi bambaşka bir şekilde, tek bir kelime ile açıklıyor: Kaçıyoruz. Yaratıcının aktarmaya çalıştığı fikir, modern dünyamızın korkutucu… çok korkutucu bir yer olabiliyor olması. Gerçek hayatımızdan kaçıyoruz. Olası başka imkânların hayalini kuruyoruz. Bambaşka dünyalar arıyoruz belki de. Mutsuzluğumuzun en basit örneği; sokakta yürürken gülümsemiyoruz artık. En son ne zaman sokakta başı dik, gülümseyerek, “ölüm kalım meselesi bir yere hızlıca yetişmem lazım” edasında yürümeyen birilerini gördün sevgili okur? Oysa telefonu açtığımız anda herkes şen şakrak, herkes sonsuz kahkaha içerisinde. Belki birbirimize mutlu olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyoruz fotoğraflarla. Neden gerçek hayatı tercih edelim ki o zaman, bizi mutsuz ediyorsa? Neden her gün kütüphanede sessiz sakin, karanlık bir ortamda ders çalışan somurtkan öğrencileri, YouTube’da bizim yaşayamadığımız “hayalleri yaşayan” insanlara tercih edelim ki? Neden geceleri yediğimiz öğrenci evi salçalı makarnaları “Dünyanın en pahalı bifteğini yedim” videolarına tercih edelim ki?


İşte Black Mirror’da tam olarak bu bağımlılık ve korku konularını, daha nicelerini, nice tehlikeleri ele alıyor. Her bölüm ayrı, ama bir o kadar da bağlı. Her bölüm, gerçek hayattan kesitler ele alıyor ve hepsinde kendimizi buluyor, belki de içimizde olduğunu fark etmediğimiz yanlarımızı keşfediyoruz. Sokakta yürürken kavga gördüğümüz, gürültü duyduğumuz zaman, yaptığımız işi bırakıp yardım etmek yerine, ne olduğunu bile anlamaya çalışmadan anında kayıt düğmesine basıyoruz. Bizi biz yapan şeyden git gide uzaklaşıyoruz. Bizi insan yapan şeyden git gide uzak kalıyoruz.


O kadar takıntılı hale gelmiş durumdayız ki, “Kim nerede, ne zaman, neyi paylaşmış? Kiminle gitmiş? Fotoğrafta oynama var mı? Benimki kaç beğeni almış?” bütün bu sorulara anında cevap arıyoruz. Her zaman elimizin altında olduğu için de, aklımıza gelen her şeyi anında bulabiliyoruz. Sonra da kendimize neden eski sevgilimizi atlatamadığımızı soruyoruz mesela. Çünkü her gün onları takip edecek bir mecraya sahibiz. Biriyle yeni tanışmışız mesela. Daha ilk randevuya bile çıkmamışız. Belki de bir sene içinde, uzun uzun hikâyelerle öğrenebileceğimiz keyifli anıları, arkadaşlarımızla toplanıp derin bir “stalk” yaptıktan sonra sadece yarım saat içerisinde silip yutuyoruz. E sonrasında bize bu bilgileri asıl anlatması gereken kişi anlattığında “A öyle mi ne güzel” diye şaşıralım şaşırabilirsek.

Teknolojinin hayatımızdaki kaçınılmaz yerini hepimiz kuşkusuz farkındayız. Türkiye’de bir insan günde ortalama 7 saatini bilgisayar başında geçiriyor. Sadece bilgisayar, bu rakama telefon veya televizyon dâhil değil. Sevgili okur yanlış anlama, yaptığımızın şeyin yanlışlığını veya doğruluğunu savunmuyorum. Ne yanlışı ne de doğrusu olduğuna inanıyorum çünkü. Teknoloji ile birlikte büyümeyi öğrenmeliyiz, tıpkı onsuz yaşamayı bilmemiz gerektiği gibi. Onunla ne kadar sıkı bağlar kurarsak, bizi uzun yolda o kadar acıtabilir. Toksik bir ilişki gibi düşünsek pek de yanlış olmayabilir belki de. Bazen telefonları ve bilgisayarları kenara bırakmamız gerekiyor. Tabii sevgili okur, işin an itibariyle benim için en komik yani, sana bunları bilgisayarda yazıya döküyor oluşum…

Geçenlerde bir test çözmüştüm, telefonum olmadan kaç gün dayanabilirim diye. Genel olarak teknoloji değil, sadece telefonum. Bırak günü, birkaç saat bile dayanamayacağım ortaya çıktı. Ben de karar verdim, kendimi tutabildiğim kadar tutacaktım. İstediğin kadar sosyal medyaya girme, insanların fotoğraflarına “like” atma veya “yakıyorsun” gibi yorumlar yazma… Elinde sonunda sahne gene aynı sahne olarak kalıyor: arkadaşlarınla bir masanın etrafında oturuyorsunuz, önünüzde içkileriniz belki, belki de yemekleriniz, ama elinizde o telefonlar ve birkaç dakikalığına olsa bile derin bir sessizlik…


61 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page