top of page
  • Talia Boşnak

Bir Hikayenin Hikayesi


Her geçen günle beraber kuvvetli rüzgarların ve büyük dalgaların oluşması, solgun çiçeklerin, sararmış yaprakların ve çocuk sesleri yerine sessizliğin hakim olduğu ada sokakları; sonbaharın habercisiydi. Serçeler baharın getirdiği coşkuyla daldan dala uçmayı çoktan bırakmış, leylekler göç etmeye başlamışlardı .Gün batımları artık kısa ve renksiz, sandallar denize açılmaya hevessizdi.Hırçın deniz dalgaları sahile her vurduğunda, bir martı daha havalanıyordu balıkçı teknelerini kovalamaya ve bir evin ışığı daha sönüyordu adalarda.Sonbahar demek, yazlıkçıların adalardan elini ayağını çekmesi demekti, geriye kendilerini ada yaşamına kaptırmış, doğayla müthiş bir harmoni içinde yaşayıp giden adalılar kalırdı hep.Anlatacak çok şeyleri olurdu bu insanların ve en güzel hikayeler her zaman bu ada manzarasının içinden çıkardı.

Burgaz’ın tepesinde, unutulmuş, sessiz sakin, deniz dalgalarının sesinin duyulduğu, hüzünlü bir kahve…Mevsimlerden sonbahar ,aylardan eylül, rüzgarlardan lodos. Kahvenin her zamanki gibi bir iki masası dolu. Zaten pek gideni geleni olduğu söylenemez ,tüm masaların dolduğu oldukça nadirdir. Belki kahvenin yaşlı sahibinin gelen her müşteriye attığı aksi bakışlarıdan, sanki gelmelerinden rahatsız oluyormuşcasına takındığı surat ifadelerinden belki de adanın en ücra köşesine kimsenin gitmeye niyetlenmediğinden…


Denizin en güzel şekilde göründüğü, kırıldı kırılacak bir ahşap masada yaşını almış bir adam oturuyor. Saçları ağarlaşmış, yüzündeki çizgiler iyice belirginleşmiş, bakışlarına yıllar tuhaf bir soğukluk getirmiş.Harıl harıl, hiç durmadan yazıyor .Kendini o kadar kaptırmış ki çayından bir yudum bile alınmamış, kimseyle işi yok; arada bir kafasını kaldırıyor, pırıl pırıl gözüken mavi deniz dalgalarına bakıp kaleminin ucunu açıyor o kadar. Kahvenin sahibiyle sohbeti çok iyi sanki uzun zamandır birbirlerini tanıyorlarmış gibi.Bir sohbete başladılar mı susmak bilmiyorlar, Burgaz’ın güzelliklerinden, sorunlarından bahsediyorlar uzun uzun,: “…ama her şeye rağmen güzel buralar” diye bitirtiyorlar lafı.İşin tuhafı, çok konuşkan ,sohbete meraklı birilerine benzemiyorlar .Yazar belli ki eski adalı, denize bakışından, Burgaz’dan bahsedişinden ,bu yaşta şu lodosta adanın tepesine tırmanmasından açıkça belli oluyor. İçimden gidip adamla uzun uzun sohbet etmek, huyunu suyunu bilmek, hikayelerini dinlemek geçiyor; daha fazla tutamıyorum kendimi, çayı yalnız yudumlamak hiç cazip gelmiyor o an, yanında keyifli bir sohbet gerek.

Kalkıyorum masamdan, elimde yarısına kadar içtiğim çayım, oturuyorum adamın yan sandalyesine. Garip garip bakıyor ilk bakışta, sanki tanımaya çalıştığı eski bir ahbapmışım gibi, çıkaramıyor bir türlü, çareyi soğuk bir “ Hoş geldin” de buluyor. Nasıl başlasam lafa diye kara kara düşünüyorum, birden gözüme kalın ve sararmış yapraklarıyla oldukça ürkütücü duran defteri batıyor.


-Yazar mısınız?

Adam gülümsüyor, yanlış anlaşılmasın, küçümsercesine değil, belli ki hoşuna gitmiş soru.

-Eh, yazarım bir şeyler.

-Hangi konularda yazıyorsunuz? Ben okumayı çok severim özellikle polisiye, Agatha Christie tarzı.

-Hayat hakkında, ada hakkında, her gün sokağın başında mendil satmak için bekleyen küçük kız çocuğu hakkında, aklıma ne gelirse ,ne hissedersem yazarım.

Sessizlik. Tuhaf ama içimde dayanılmaz bir merak oluşuyor, yazdıklarını okumak, onunla tartışmak, bu kahveden bir yazarın ilk karalamalarını okumanın verdiği zevkle çıkmak istiyorum.

-Biraz okuyabilme imkanım var mı acaba?

-Yazdıklarımı daha defterimdeyken kimse okuyamaz, üstelik daha ilk satırlarım. Eğer bir yazıyı daha büyütmeden, olgunlaştırmadan insanlara okutursan kalemin küser sana, büyüsü kaçar yaptığın işin.Yazmak büyü işi zaten ,bazen kalemin senden bağımsız akar gider, bazen de ne yaparsan yap hikaye yürümüyorsa büyü bozulmuştur bi kere.

Lafını bitirince dikkatlice bakıyor yüzüme, yapmamam gereken bir şeyi yapmışcasına telaşa kapılıyorum.

-Buralı mısın sen?

-Ailem doğma büyüme Burgazlıdır, ben işe güce koşturmaktan pek gelemiyorum buralara. Şehrin telaşına kapılıp gitmişiz bi kere, bırakmıyor peşimizi.

Yazar bıyık altından, sessizce gülüyor,’Ben ömrümü buralarda ,bak işte şu gördüğün denizin etrafında, bu adanın insanlarıyla geçirdim, peşimizden gelende , kovalayan da olmadı çok şükür, yetişir ki insan istesin ,işte o zaman istediği vakit istediği yerde olabilir.

İçimde garip bir savunma yapma isteği beliriyor.

-Haklısınız, tabii iş seyahatleri gereği gitmediğim yer kalmıyor, ordan buraya derken bir bakıyorum nerde olduğumu ben de unutmuşum.

-Nereye gidersen git, bir kürkçü dükkanın olmalı bu hayatta, benim başımdan neler gelip geçti, bak 65 yaşında hala burdayım, olmak istediğim yerde.


Yazar beni mahcup ediyor, ne desem bilemiyorum, buralara gönlünü vermiş, görmüş geçirmiş, yazmasına bakılırsa anlatacak çok şeyi olan bir adam. Yürümüyor konuşmamız Şu adama anlatacak neyim var diye kafamdan geçirince elimde hiçbir şey kalmıyor, artık masama dönme vakti geldiğini düşünüyorum, iyi akşamlar dilerken fark ettirmemeye çalışarak defterine göz atıyorum.”Kış Ada’nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgarlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro…”

Devamını okuyamıyorum, karmakarışık yazılmış, kelimeler, cümleler seçilemiyor, belli ki kendi içinde anlaşılır ama benim anlamam mümkün değil.

O günden sonra, ne zaman kahveye uğrasam aynı masada yazara rastlıyorum. Harıl harıl yazıyor, hiç durmadan sanki içini döküyormuş, yazmasa delirecekmiş gibi.

Aradan birkaç ay geçip, okuyacak tüm kitaplarım bittiğinde, Burgaz’da bir kitapçıya giriyor, elime bir öykü kitabı alıp ilk öykünün ilk cümlesine göz atıyorum.”Kış Ada’nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgarlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro…”.

658 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page