top of page
  • Şira Dam

Michelangelo’nun Davut’u

‘’Daha önce hiç böylesine akıcı bir poz ya da buna eşit zerafet görmedim’’ demiş Vasari, Rönesans’ın dâhilerinden Michelangelo’nun taşa adeta ruh giydirerek yarattığı Davut heykeli için. O ruh ortaya çıkana kadarki yaşananları ise yalnızca Michelangelo ve Davut biliyormuş.

6 Mart 1475’te dünyaya gelen Michelangelo, kaderi hemen belirlenmişçesine sanatın kalbinin attığı Floransa’ya taşındığında yalnızca bir aylıktı. Altı yaşında annesini kaybetti. Babası ve kardeşleriyle sonrasında da pek kolay olmayacak yaşamını sürdürmeye başladı. İlk eserini yedi yaşında veren küçük Michelangelo’nun babasına göre sanat, bu aileyi küçük düşürüyordu ve oğlunun böyle bir yol çizecek olması onu hep rahatsız edecekti. Üstüne üstlük Michelangelo’nun gönlünde yatan, sanatların en kirli hali olarak kabul edilen heykel sanatıydı. Küçükken bile sürekli taş ocaklarına giden Michelangelo, çoğu zaman eve geldiğinde babasından ve amcalarından dayak yerdi.

“1488. Nisanın birinci günü, ben Lodovico di Leonardo Buonarroti, oğlum Michelangelo'yu Domenico’nun yanına gelecek üç yıllığına çırak olarak verdiğimi kayda geçiyorum.” sözleriyle oğlunu gönülsüzce bir üstadın yanına vermişti babası.

Domenico Ghirlandaio’nun yanında resim eğitimine başlayan küçük Michelangelo, üstatların eserlerini başta her sanatçının yapmak zorunda olduğu gibi taklit ediyordu. Hocaları ve diğer öğrencilerle beraber her gün farklı bir kilisede Kutsal Kitap’tan sahneler işliyor, birebir kopyasını çiziyorlardı. Michelangelo’nun daha o yaşta ürettikleri zanaat olmaktan çıkmış sanat eseri haline gelmişti. Öyle ki sanatçı pek kibirliydi ve bu kibir, burnunun bir sınıf arkadaşı tarafından bir kavgada kırılmasına neden olacak olsa da çok haksız sayılmazdı. Yaptığı kopya resimlerle bile diğerleri arasından sıyrılıyor, hocalarını sürekli bir öncekinden daha fazla şaşırtıyordu. Eleştiri kabul etmezdi ve çevresine sürekli sataşırdı. Kendini ve sanatını daima üstün görürdü. Yaşı biraz daha ilerlediğinde Leonardo Da Vinci’ye bile kafa tutacak ve onunla sürekli atışacaktı. Fakat Michelangelo resme hala bir türlü ısınamamıştı. Tam yirmi sene sonra başlayacağı ve sanat tarihinin en önemli dönüm noktalarından olan Sistine Şapeli’nin tavan fresklerini yaparken bile oldukça gönülsüz olacaktı. Taş ocaklarında kirlenmek Tanrı’nın Adem’e uzanan elini resmetmekten daha büyüleyiciydi ona göre.

Rönesans dendiğinde anılması gereken en önemli figürlerden olan Lorenzo di Medici, Michelangelo Buonarroti’nin sanat kabiliyetine hayran olduğunda sanatçı yalnızca on dört yaşındaydı. San Marco Manastırı bahçesindeki ‘’Bahçe Okulu’’nda taşları inceliyor, onları okşuyor ve onlarla sohbet ediyordu küçük Dâhi. Bu bahçede antik dönem tanrı heykelleri, Eski Yunan’dan kalmış eserler ve onların onlarca kopyaları bulunuyordu. Sanatçılara sonsuz destek sağlayan onları sarayında ağırlayan; hümanist, filozof, ressam, heykeltıraş ve nice dostlarıyla uzun sohbetler etmekten keyif alan Lorenzo di Medici, Floransa’yı yöneten isimdi. Bundan sonra o artık Michelangelo’ya hem bir baba hem de bir dost olacaktı.

Ünü insanlarca duyulmaya başlayan dâhi, yirmi altısına basmış; Vatikan’da Meryem Ana ve İsa’yı tasvir eden Pietà heykelini yapmıştı. Oğlunu tutan Meryem’in mahzun ifadesini ve İsa’nın cansız bedeninin kucağında resmen akıp gidişini taşa ustalıkla kazımıştı. Ve nihayet memleketi Floransa’ya geri döndü. Şehrin ana kilisesi olan Santa Maria del Fiore’den çağrılıyordu. Michelangelo’nun kiliseye ayak basıp devasa mermer bloğu gördüğü an, sanat tarihi için çok kutsal bir andı. Heybetinden bir gün bile ödün vermeyen Davut’unun, Golyat’ı öldürmeye karar verdiği andan pek de farklı sayılmazdı.

Kırk yıl önce heykeltıraş Augustino di Duccio tarafından başlanan ama kırık dökük halde yarım bırakılan dev mermer blok Da Vinci dahil pek çok sanatçı tarafından da reddedilmişti. Yıllarca da böylesine bir yükün altına girmekten korkmuşlardı. Michelangelo, tüm cesaretiyle bu taşa talip oldu. Sanatçı her zaman yalnız çalışmayı severdi ve ara vermeden, yemek dahi yemeden sabahını akşamını eseri için feda ederdi. Nihayet atölyesine çekilmiş, taşla yalnız kalmıştı. Günler, haftalar geçti. Bu süre boyunca yaptığı tek şey taşa uzun uzun bakmak, onu okşamak, kulağını ona dayayıp bir şeyler fısıldamasını beklemekti. İnsanlar merakla Dâhi’nin yanına geliyordu fakat taşı dokunulmamış halde görünce şaşırıp sinirleniyorlardı. Kilisenin piskoposunun ve rahiplerinin de sabrı tükenmek üzereydi. O sabırdan Michelangelo’da bol bol vardı ki asıl önemli olan da buydu. Evine gitmiyor, taşın hemen dibinde, kilisenin soğuk zemininde uyuyordu. Yemek yememeye alışık bir bünyesi vardı, cılızcaydı. Sürekli kir içinde dolaşırdı ve bundan en ufak bir rahatsızlık duymazdı. Biraz zaman geçti, isteği nihayet gerçekleşti ve taş, Michelangelo’ya seslendi.

Taştan çıkan ses, Eski Ahit’te bahsi geçen Davut’a aitti. Filistinliler ile İsrailoğulları’nın arasında geçen savaşta Filistinli dev Golyat öne çıkmış ve düşmanına ‘’Beni öldürebilirseniz hepimiz köleniz olacağız!’’ diyerek meydan okumuştu. O sırada savaşta bile bulunmayan çobanlık yapan genç ve çelimsiz Davut, Golyat’ın bağırışını duymuş, savaş meydanına gelmiş sapanını çıkarmış ve kendisine doğru koşan devin tam alnının ortasına bir taş isabet ettirmişti. Ardından yere düşen Golyat’ın başını kesip yukarı kaldırmıştı. İşte bu Eski Ahit metni o döneme kadar pek çok heykele ve resme konu olmasına rağmen en çok bilinenin Michelangelo’nunki olmasına şaşırılmamalıydı. Taşına baktı yeniden.‘’Davut, sen misin?’’ sorusuyla yanıtladı devasa mermer bloktan çıkan sesi. Henüz aletlerini eline bile almamıştı. Günlerce taşın onunla iletişime geçmesini aç ve susuz şekilde, yerde iki büklüm uyumaya çalışarak ve birkaç kez hasta düşerek beklemişti. Heykeline başlamadan önce geçirdiği zamanı, aklından geçen düşünceleri daha sonradan ‘’Taşın içindeki Davut’u gördüm ve ona ait olmayan ne varsa taştan söküp attım.’’ cümlesiyle özetleyecekti.

Çekicini eline aldı ve gözüyle taşı süzdü. Aslında işin en kolay kısmı kalmıştı dâhiye göre. Kendisinden önce iki önemli Davut heykeli vardı. Biri Da Vinci’nin ustası Verrocchio’ya, diğeri ise henüz kendisini heykelde kimsenin geçemediği Donatello’ya aitti. Bu bronz iki heykel, Davut’u Eski Ahit’te nasılsa tam da o şekilde betimliyordu; çelimsiz bir çoban olan Davut’un ayaklarının dibinde savaşması için verilmiş türlü zırh ve kıyafetler vardı çünkü onları reddetmiş sadelikle savaşmayı tercih etmişti. Başta daha masum gibi gözüken bu iki heykelde de kompozisyonda Davut’un kesik başı bulunuyordu. Donatello, Davut’u tamamen kıyafetsiz yaparak büyük bir devrim yaratmış dolayısıyla oldukça büyük bir tepkiyle karşılaşmıştı. Rönesans’ın en zirve döneminde yaşayan Michelangelo da heykelin çıplaklığını, haliyle insanın özünü daha fazla yüceltecekti. Bunu antik heykellerden farksız bir anıtsallıkla işleyecek fakat bir o kadar da masum bir Davut yaratacaktı.

Dolu dolu üç yıl geçti. Atölyede Michelangelo haricinde kimsenin görmediği Davut heykeli, örtünün altında Florsansa halkına kavuşmayı bekliyordu. Michelangelo da Davut da heyecanlıydı kalpleri hızlanmıştı. 5,17 metrelik heykel, örtünün altındaydı ve tüm gözler ona kitlenmişti.

İstavroz çıkaranlar, heyecanla bağıranlar, ağlayanlar, önünde eğilip dua edenler, alkışlayanlar, ilahiler okuyanlar… Michelangelo her eserini sergiledikten sonraki gibi kalabalığın arasında dolaşıp tepkileri dinledi, dinledikçe huzur buldu, huzur bulduğu her an için Davut’u ile göz göze gelip ona teşekkür etti.

Artık gündemde başka bir konu vardı: Davut heykeli nereye yerleştirilecekti? Leonardo Da Vinci ve Boticelli’nin de aralarında bulunduğu otuz saygıdeğer kişi Floransa Meclisi’nde toplandı. Birçok fikrin ortaya atılmasından ve ufak atışmalarından sonra karar, heykelin Senyörler Meydanı’na konulması yönündeydi ki bu meydan Floransa’nın yönetildiği Vecchio Sarayı’nın bulunduğu meydandı. Da Vinci, kendinden yirmi küsür yaş küçük genç sanatçıyı rekabete zorluyordu ve ona göre heykel buraya yerleştirilmeyi hak etmiyordu. Michelangelo da tam bu öneriden sonra ona karşı iyice bilenmişti.

Floransa’nın dar ve girintili çıkıntılı sokaklarında haftalar süren taşınmanın ardından Davut, şehir meydanında tüm heybetiyle yükseliyordu. O artık Floransa’ya aitti. Birkaç kere saldırıya uğradı, ayağı çekiçle parçalara dahi ayrıldı ama Davut, hepsine karşı bunca sene savaşmaya devam etti.

Bir şafak vakti, meydanın doğmakta olan güneşten kızıllaştığı ve ortada kimselerin olmadığı bir saatte heykelini görmeye giden Michelangelo’nun gözüne bir insan silüeti takıldı. Davut’un önünde durmuş, onu izleyen ve elindeki deftere bir şeyler karalayan bir insan silüeti. Ona biraz daha yaklaştığında güneş ışıkları, kalem tutan elindeki yüzükleri ortaya çıkardı. Elli iki yaşında mesleğinin altın çağında olan, kimsenin kendiyle yarışamayacağı büyük üstat Leonardo Da Vinci ile göz göze geldi. Saatlerce heykeli hayranlıkla inceledikten sonra Eski Ahit’teki Davut’u değil, Michelangelo’nun Davut’unu çiziyordu not defterine. Tarih sahnesine yeni bir dâhi daha çıkmıştı ve Da Vinci’nin bile hala öğreneceği çok şey vardı.

Davut’u, acımasız bir kuvvetle Golyat’ın başını kaldırırken ya da kesik baş ayaklarının dibinde dururken değil, zekası ve sonsuz masumiyeti ile yaratmıştı Michelangelo. Devi gördüğü o anki gerginliğini ve kararlılığını çatık kaşlarla, kısık gözlerle, kırışmış mimiklerle eşi benzeri bir daha gelmeyecek şekilde taşa kazımıştı. Davut bu sefer elinde kılıcıyla kahramanlık pozu değil, sapanını cesaretle kavrayarak önemli bir karar vermişti. Bu heykel gerçekten de az sonra fırlayıp Golyat’ı öldürecekti. Ve bizler yüzyıllar geçse de bu anın içinde olacaktık.

562 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page