top of page
  • Ayça Beste Acar, Melis Nisa Keskin

Girişimcilik Dünyasına Hakan Baş İle Adım Atmak

"Bence hayatta başarılı olmak zaten mutlu olmak demek."

Perspective: Girişimcilik tecrübeniz ilk ne zamana dayanıyor?

Hakan Baş: Benin ilk girişimciliğim ben ilkokuldayikendi. Ben ilkokul bir ve ikiyi Gölcük’te okudum, üçüncü sınıfta İstanbul’a taşındık; ilk hafta cuma günü sınıf başkanlığı seçimi vardı ve kimseyi tanımıyorum kimse benle oynamıyordu. Sonra hoca kimler başkan adayı olmak ister diye sorunca ben de aday oldum, iki tane daha aday vardı Alp ile Dinç diye. Seçim içim o zamanlar kafaları sıralara koyuyorsunuz el kaldırıyorsunuz falan, eski yöntem. Sonrasında kafayı kaldırdık 45 kişi Dinç’e oy vermiş, 34 kişi Alp e, ben de kendime oy vermişim ama sonrasında 4. ve 5. Sınıfta ben sınıf başkanıydım. Ama 3.sınıfta daha hiç kimseyi tanımazken – çekingen, utangaç da bir çocuktum- içimde öne çıkma, liderlik yönü vardı. Mesela ben Galatasaray’da yüzdüm daha sonra Fenerbahçe takım kaptanıydım, milli takım kaptanıydım, Cornell’de son sınıfta futbol takımı kurduk onun takım kaptanıydım, Yale’de de NBA takımının futbol takım kaptanıydım. Türkiye’ye döndümde bir iş adamı tanıdığım vardı “Hakan sen en kötü apartman yöneticisi olursun”demişti. Yani ne yaparsam yapayım bir liderlik etme isteği vardı bende çünkü hem iyi yapabiliyordum hem de zevk alıyordum; insanlar da beni lider olarak benimseyebiliyorlardı.


P.: Sizce hayatta mutlu olmak nedir?

H.B.: Bence hayatta başarılı olmak zaten mutlu olmak demek ama herkesin mutluluk motivasyonu farklı. Bu kimisi için para kazanmak olabilir, kimisi için iyi çocuk yetiştirmek olabilir, başkası için prestij olabilir, rahatlık olabilir; kimisi gece gündüz çalışmaktansa akşam 5’te evde olayım öyle milyar dolarım olsun istemiyorum diyebilir. Sizi mutlu edecek hayat şeklini bulup fark edip ne kadar ona yaklaşırsanız o kadar başarılısınız diye düşünüyorum.


P.: Girişimlerinize nasıl karar veriyorsunuz?

H.B.: Bir fırsat görüyorsak çok sektör araştırması yapmıyoruz. Biraz hissi. Bizim yaptığımız oyun girişimi mesela. Fırsat var mı, büyütülebilir mi ve sürdürülebilir mi ona bakıyoruz. En sürdürebilir nokta global olması. Bu saatten sonra teknolojiyle ilgili bir şey yapılacaksa global olabilecek olması lazım. Çünkü sadece Türkiye’yle ilgili bir şey yapmıyoruz. Özellikle yatırım konusunda çok iyi bir “founder” lazım. “Founder” çok iyi bir iş planını batırabilir de çok kötü bir iş planını değiştirip çok iyi bir hale de getirebilir. Onun için bence takım çok önemli. Biz yatırımlarımızda çok iyi bir takım oluşturmaya çalışıyoruz.


P.: Çok yoğun bir hayatınız var. Bazen böyle yeter bırakıyorum dediğiniz oluyor mu?

H.B.: Start-up hayatında en önemli şey bireyin kendi psikolojisini sağlam tutması bence. Psikolojik bunalımlar iş hayatında çok olur. Sürekli ip üstünde yürümek gibi. Bir şeyleri oldurmaya çalışıyorsunuz daima; olmuyor, yatırımcı bulunmuyor vs. o yüzden o tarafı çok sağlam tutmak gerekiyor. Orada “co-founder” çok önemli bence. Arada bir “olmayacak bu iş” veya “bu iş uçuyor çok iyi gidiyoruz” dediğin de oluyor. Her iki nokta da dengeleyici bir “co-founder” olması çok önemli. “The Hard Things About Hard Things” diye bir kitap var. Beni en çok etkileyen kitap o olabilir. Aynı yazarın blog yazıları da var. Yazılarında da hep anlatıyor. Bi CEO’nun en zor görevinin kendi psikolojisini sağlam tutmak olduğunu söylüyor. O yüzden ben iyi ki çok parlamayan birisiyim. Kriz anlarında “Olan olmuş, şimdi ne yapacağız” diye düşünürüm. Ortalığı alevlendirmeyen bir yapım var o da avantaj sağlıyor bana. O duygusal stabiliteyi kaybedersen “Bırakıyorum ne haliniz varsa görün” dersin zaten. Benim şu anki tempoda bu iş yoğunluğuyla -15 şirket var hepsinin kendi problemleri var, arada kapananlar var, kaybetmişliklerim var- çoğu kişi benim yerimde olsa ikileme düşerdi. Bırakabilirdi. Pes etmek çok kolay çünkü. O mental sağlık çok önemli. Ona çok iyi bakmak lazım. Burada 1-2 saat konuştuk, ileride kendi işinizi yaparken Hakan Baş da böyle demişti diye aklınıza bir iki şey gelse kafi. Gelen şey, bu olsun. Bizim sektörde pozitif ayrımcılık var. Kadın olarak iş yapmak daha kolay bizim sektörde. Fiziksel ve mental olarak çok farklı iki beden tabii ki ve kadınların duygusal anları çok yoğun olabilir erkekler de çok fevri davranabilir. Bu noktada farkındalık çok önemli. “Ben bundan etkileniyorum, etkilenmemeliyim” diyebilmek önemli. Biz MBA’de hep “case study” yaptık onların bana bu konuda çok faydası oldu mesela. Harvard Business vaka çalışmaları gibi. Biz Ford’un vaka çalışmasını okurken okula Ford’un CEO’sunu çağırıyorlardı. O vakaların en güzel yanı hayatta daha yaşamadığın şeyleri simülasyon olarak yaşatıyor olması sana. “Case study”e doğru kararı vermeniz gerekiyor. Sizi çok iyi hazırlıyor geleceğe. Böylece karşına gerçek hayatta benzer bir şey çıktığında refleks olarak doğru kararı verebiliyorsun zaten sen öncesinde 1 hafta çalışmışsın benzer bir duruma. Karara varmışsın. Etik olan doğru olan bu diyip devam edebiliyorsun. Sizin kendinizi dışarıdan geliştirmeniz de çok önemli. Bence çok rekabetçi bir çevrede yetişiyorsunuz. Okulunuz çok iyi, orada akademik donanımınızı arttırıyorsunuz ama diğer tarafta yine çok iyi okullarda eğitim görmüş insanlar da var. Onlar bir yandan kendilerini geliştiriyorlar. Örneğin işletme okuyor ama dışarıdan yazılım öğrenip başka alanlarda da yetkin oluyor. Siz de internetten “case study” indirip yapabilirsiniz, özellikle de işletme tarafındakiler.


P.: Eğitim hayatınıza İngilizce başlayıp İngilizce devam ettiniz. Hiç başka bir dile ağırlık verdiğiniz oldu mu?

H.B.: Oldu. 5. Sınıfa kadar hiç görmedim İngilizce. Sonra hazırlıkta öğrendim. Tüm hocalar Amerikandı, o ortamda zaten İngilizceyi çok iyi öğreniyorsunuz. İkinci yabancı dil olarak Almanca seçmiştim, iyiydi de. Cornell’de mezun olabilmeniz için ingilizce hariç iki yabancı dil biliyor olmanız gerekiyor. Türkçeyi yabancı dil olarak saymıyorlardı o zaman. Türk Öğrenciler Derneği Başkanı olup Türkçeyi de kabul ettirdim. Benden sonra gelecek öğrencilerin de önünü açmış oldum tabii. Almancadan da geçebiliyordum zaten. Seçmeli dil olarak da Almanca seçmiştim ilerletmek için. Ben dil öğrenmeyi çok seviyorum, matematik gibi geliyor bana. Almanca işletme dersi bile aldım o zamanlar ama dil nankör tabii. Şu an Almanya'ya gitsem on günde toparlarım herhalde. Fransızca almıştım Cornell’de ama şuan ona kadar bile sayamam. Yale’de de İtalyanca almıştım. Akademik olarak keyfine almıştım ama Almanca, İtalyanca, Fransızca ben hiç kullanmadım. İngilizce çok geçerli olduğu için zaten İtalya’ya gitsen de İngilizce konuşuyorsun. İngilizceyi çok iyi biliyorsanız bence en önce öğrenmeniz gereken dil, kodlama dili yani yazılım dili. Fransızca bileceğime C++ bir yazılım yapabilsem daha iyi olur. Ben teknoloji-internet tarafında iş yapıyorum ama kodlama dili hiç bilmiyorum mesela bu çok büyük eksik. Öğrenmeyi çok istedim ama öğrenmek için benim “focus” olmam lazım. Sürekli iş peşinde koştuğum için fırsatım olmadı. Şu anda da süper yazılımcılarım var. Hep zamanla yarışıyoruz. İngilizceyi iyi bilmek çok önemli. Diğer diller de çok önemli tabii, bilirseniz sizin yararınıza. Asla öğrenmeyin demiyorum. Eğer vakit olarak fedakarlık yapabiliyorsanız öğrenin ama bana kalırsa İngilizce ve Kodlama daha elzem. İkinci dil olarak kodlama dilini öğrenmek daha öncelikli olmalı.


72 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page