top of page
  • Emre Göler

Yayımcılığın ‘Kısa’ Öyküsü

“Her şey insanlar arasındaki ilkel iletişimin “dil” adını verdiğimiz kurallar dahilinde sistemleştirilmesiyle başladı.”

İletişim, bütün organizmaların kendi kapasitesi doğrultusunda gerçekleştirdiği bilgi aktarımıdır. Zira günümüz bilimsel gelişmeleri, bitkilerin ve hatta bakterilerin bile kendi yöntemleriyle iletişim kurduğunu ortaya koydu. Peki dünyayı şekillendiren biz insanlar, doğa üzerinde böyle bir tasarruf gücünü nasıl elde ettik?

Her şey insanlar arasındaki ilkel iletişimin “dil” adını verdiğimiz kurallar dahilinde sistemleştirilmesiyle başladı. Bu sistem, bireyler ve kabileler arasındaki veri aktarımını devrimsel bir boyutta arttırdı ve insan topluluklarını bir araya getirdi. Ancak toplulukların toplumlara dönüşmesi, biz insanların bu bilgi aktarımına mitleri, yani soyut kavramları dahil etmesiyle oldu. Avlakların yerini veya bir yırtıcı tehlikesini anlatmak, ancak belli bir ihtiyaç anında ortaya çıkan sınırlı bir tesire sahipti. Nitekim; tanrı, kader, vatan, cesaret, onur, şöhret, kahramanlık gibi kavramlar insanları bir araya topladığı gibi onları bir arada da tuttu ve tutmaya da devam ediyor. Günümüzde bizi bir arada tutan hukuk, sanat, kültür, demokrasi, matematik, devlet, tüzel kişilik gibi kavramlar aslında biz insanların tarih boyunca ortaya attığı mitlerden başka bir şey değil.

Gittikçe daha karmaşıklaşan sosyal yapı, bilgi aktarımının şeklini ve tesir alanını da değiştirdi. Duvardaki tuğlaları bir arada tutan harcı, kavramları, bir nesilden diğerine aktarmak için önce bu mitleri kişileştirdik ve efsaneler böyle doğdu. Doğayı, hayat tecrübelerini, korkuları, acıları, mutlulukları ve genel olarak bütün kültürü müzik ve şiir vasıtasıyla kulaktan kulağa aktardık. Biz bir araya geldikçe, kalabalıklaştıkça bu yöntem ihtiyaçları karşılayamaz oldu, her bir nesilde öznel müdahalelere son derece açık olan bu bilgi aktarımı kanalı bilgi kaybına yol açıyordu.

Nesnel verileri aktarmanın yolunu ise onları kalıcı materyaller üzerine aktarmayı akıl etmemizle bulduk. Bu gün Sümer ülkesinde bulunduğunu düşündüğümüz bu ikinci devrim yazıydı. Yazıyla birlikte Ur kentinde bir ambardaki hububatın miktarından, Eski Mısırdaki bir kentte çocukları tarafından ihmal edilen bir yaşlı bir kadının hayal kırıklıklarına kadar pek çok şey binlerce yıl boyunca aktarılabildi. Bilgi aktarımı böylesine hızlıyken insanoğlu sorgulamaya, araştırmaya ve bilim yapmaya başladı ve her keşif birikerek yeni ufuklar açtı biz insanlara. Dinler tanrılarının buyruklarını kitaplarla ilettiler. Artık insanlık, bilginin değerini çok iyi anlamıştı.

Aktarılan bilimsel gelişmeler insan hayatına teknoloji olarak yansırken, insan sorularının sonsuzluğunu kavramaya ve dünyaya daha çok anlamaya başladı. Lakin insan topluluklarının bir arada kalması için her zaman mitlere ihtiyaç duyulagelmiştir. Ve bu mitleri sorgulamak da bu soruları taşıyan bilgi aktarım araçları da her zaman toplum düzenini bozabilecek bir tehlike olarak görülmüştür ve engellenmek istenmiştir. Modern dünyada sansür olarak karşımıza çıkan bu engeller, tarihte kütüphanelerin yakılmasına, insanlarının “yargılanıp” idam edilmesine ve daha nice trajediye neden olmuştur.

Bu skolastik düşünce ortamında, bilgiye erişimi kısıtlanmış, kitaplara ulaşılmaz ve pahalı, okuma yazma bilmek bir ayrıcalık haline gelmişken insanlığın bilgi aktarımında yaptığı bir diğer devrim matbaanın bulunmasıdır. Daha önceki ilkel emsallerinin çok ötesine geçen modern matbaa 1450’de Johannes Gutenberg tarafından icat edildiğinde, metal harf kalıplarının kağıtlara basılması prensibiyle çalışıyordu. Kalıpların hazırlanması aylar sürüyor, basım işlemi el yordamıyla yapılıyordu ama yine de el yazmalarından çok daha ucuz ve hızlıydı. Gutenberg’in ilk bastığı kitap ise İncil oldu ve bir matbaadan basılan her İncil, Avrupa’yı saran kilisenin zincirlerinden bir halka kopardı, basılan her bilimsel yayın insanları biraz daha aydınlattı. Matbaanın icadı günümüzde yayımcılık dediğimizde aklımıza gelen her şeyin miladıdır. Gutenberg’in ahşap ve devasa matbaasından sadece üç yüz altmış dört yıl sonra Londra’da sadece bir dakikada bin yüz tane The Times gazetesi basılıyordu.

İlk bildiriler, M.Ö 59’da Roma Senatosu’nun günlük bildirilerini halka duyurmak için iki bin kopya olarak çıkarılan ve imparatorluğun değişik köşelerine yollanan Acta Diurna’ydı. Benzer bildiri örnekleri Çin topraklarında da dağıtılmaktaydı. Ama gazete bu günkü ismini o dönemki Venedik para birimi olan “gazetta” dan alıyordu zira bir “gazetta”ya satılmaktaydı. Matbaanın icadına müteakip, gazete ve dergiler çok hızlı bir gelişim gösterdi. 1600’lü yıllarda Avrupa halkı, savaşları üç dört sayfalık savaş bültenlerinden takip ediyordu. Günümüze kadar gelen bu basılı kitle iletişim araçları, insanlık için çok önemli bir yer edindi. 1800’lerin sonuna gelindiğinde, gazeteler artık kamuoyu oluşturuyor ve bu da savaşları sonlandırıyor, devletlerin politikalarına önemli ölçüde yön veriyordu.

Gazete kitle iletişim araçlarından ilkiydi. Hemen ardından radyo geldi. Radyo bulunmadan önce, insanlar elektrik kabloları ile birbirine bağlanan telefon ve telgraf vasıtasıyla uzakları yakın etmişti. Ancak artık dünya sanayi devriminin rüzgarıyla durmak bilmeden gelişiyor ve değişiyordu. Artık bu kablolar ayak bağı olmaya başlamıştı. 12 Aralık 1901’de İtalyan mucit Marconi, kablolara ihtiyaç duymadan “radyo dalgaları” vasıtasıyla mesaj yollamayı başardı. 1920’lere gelindiğinde radyo yaygınlaşarak ulusları ve kıtaları birbirine bağlamıştı bile. Radyo, müzik için bir matbaa tesiri yarattı. Sovyet tankları Berlin’de ilerlerken Rus radyolarında anayurt türküleri çalıyordu. Öte yanda Edith Piaf’ın “La Vie en Rose’u” Fransa’da pek çok evde yankılanıyordu.

Kabloların sınırlandıran insanoğlu için gelişmelerin devamı çorap söküğü gibi geldi. Daha radyo tahta yeni oturmuşken ardılı televizyon 1923 yılında Birleşik Krallık’ta John Logie Baird tarafından icat edildi. Artık sadece ses değil, görüntü de kıtaları aşıyordu. Gittikçe küreselleşen dünyada bu gelişme tüm dünyadaki insanları biraz daha birbirine bağladı. 1936 Berlin Olimpiyatları’nı insanlar dünyanın her yerinden izleyebiliyordu. 1960’larda Amerika’da renkli yayınlar yaygınlaştı. Film yıldızları, politikacılar, sanatçılar ve müzisyenler televizyonda boy gösteriyor, moda ve reklamcılık yeni bir çağ yaşıyordu. Belki de sadece bir yüzyıl önce hayal dahi edilemeyecek şeyler, insanların oturma odalarında olup bitiyordu. “Uzaklara bakan” insanoğlunun ise durmaya niyeti yoktu.

İnsanları birbirine bağlayan en büyük ve en son devrimlerden biri de internetin icadıdır. Dünyayı birbirine bağlayan bu muazzam ağ, Soğuk Savaş’ın amansız bilimsel yarışının bir ürünüydü. Bilgisayarların birbirlerine görünmez ağlarla bağlanması 1960’lardan beri üzerinde çalışılan bir konuydu. 1993 yılında ise bu ağ CERN’deki çalışmalar sonucunda internet “www” ön ekiyle tüm insanların hizmetine sunuldu ve daha o andan itibaren inanılmaz bir hızla bütün dünyaya yayıldı zira artık dünya çok küçüktü.

Günümüzde sosyal medya sayesinde her birey potansiyel birer yayımcı. Ne biliyorsak, ne deneyimliyorsak, ne hissediyorsak anında bütün dünyayla paylaşabiliyoruz. Okyanusların ötesindeki yerler sadece bir “tık” ötede. Bu hız ve insanlar arasında böylesine bir yakınlaşma bizi nerelere götürecek orasını kestirmek çok güç. İmkansızları fethedip, yeni ufuklar yaratmak da, yozlaşmanın karanlığına düşmek de biz insanların kaderi olabilir.

11 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page