top of page
  • Çağlasu Genç, Irmak İshakoğlu

Can Ulkay ile Ayla’nın Yolculuğu

Son dönemlerde her izleyenini derinden etkileyen Ayla filminin yönetmeni Can Ülkay ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Ayla’nın Oscar yolculuğuna ve filmle ilgili merak edilenlere daha yakından bakmaya hazır mısınız? Keyifli okumalar!

Perspective: “Oscar’a kadar götüreceğime söz veriyorum.” söyleminizdeki en büyük etken neydi? Hikaye mi yoksa kendinize olan inancınız mı?

Can Ulkay: Valla iddialı olmak lazım. Bugüne kadar hep iddialı olmadığımız için kaybettik. Biz Los Angeles’a da gittik. Bu iddia aslında şöyle gelişti: Filme ilk başlarken biz bu hikayeyi okuduk. Üstelik Süleyman Dilbirliği ile, hikayenin gerçek kahramanıyla görüştük. Dinledikçe, hikaye oluştukça dedik ki bu hikaye güzel bir film olacak. Ve, iyi yapabilirsek tüm kurallarını, tüm sinema, kadraj, görüntü kalitesini tutturursak, hikaye güzel,uluslararası bir hikaye, Oscar’a kadar gidebiliriz. Çünkü biraz böyle filmlere ihtiyacı var sinemanın da Oscar’ın da. Gittiğimizde de onu gördük. Böyle yola çıktık. Ben yapımcımıza da söyledim, yani bu film daha da küçük yapılabilirdi. Ama gerçekten, doğru işler yapılırsa Oscar’a kadar gider bu film dedim. Birinci eleme Türkiye’den çıkmaktı. Bu zordu. Onu geçtik, ona ulaştık. Şimdi de aday adayı olduk. Daha aday olmadık biliyorsunuz. Bunun sözünü verdim ben, ama oraya kadar götürürüz diye söz verdim. Alırız diye söz vermedim. Yapımcımız tabi ben de alacağımıza söz veriyorum dedi. O da tamamen prodüksiyonel anlamda harcananlarla ilgiliydi. Bakalım ne kadar sürecek.

P: Toronto ve Los Angeles gibi yerlerde gösterimleriniz oldu. İnsanların tepkileri ne oldu? Aklınıza kazınan bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

C.U: Oscar aday adayı olduktan sonra Ağustos’un sonunda hemen çalışmalara başladık. Zaten öncesinden Toronto’ya başvurmuştuk, Toronto Festivali’ne. Orada iki tane gösterimimiz oldu aslında. Oscar’a yolculuk yani Mart ayına kadar olan yolculuğun 1. ayağı Toronto. Toronto’ya kimler gidiyor derseniz, daha çok film sektörü, film endüstrisi, festival yöneticileri, gazeteciler yani tamamen film endüstrisiyle ilgili insanlar gidiyor. Tabii ki normal seyirci de seyrediyor ama ordaki asıl amaç pazar. Oscar’a gidişin ilk pazarı. Bir şekilde orada görünmek zorundasınız. Biz de bir tanesi kendimiz bir tanesi Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla iki tane gösterim yaptık. Burada küçük bir anımı anlatmak istersem ordaki insanlar günde 10-12 tane film seyretmek zorunda, dolayısıyla her filmi yarım saat 45 dakika, yani yarım devre seyretmek zorundalar ki bütün filmleri görebilsinler. Bizim için de dediler ki “Bu insanlar gelir, yarım saat 45 dakika kalır, çıkarlar. Sakın rahatsız olmayın. Bunların işi o. Çıkmadılar hiçbiri salondan. Hatta bir espri yaptılar “Sizin yüzünüzden 3 tane film kaçırdım.” diye. Bu tepkiler bizi cesaretlendiriyor. Tabi lobi faaliyetleri var Oscar’da, sadece iyi film olmak yetmiyor. Onlar için de çalışıyoruz ama orda da çok büyük bir lobicilik yapmak gerekiyor yani çok büyük bir sistem kurmak gerekiyor. Büyük para harcamak gerekiyor.

P:İlk sinema filminiz Sarıkamış Çocukları’ydı. Reklamcılıktan sinemaya nasıl geçiş yaptınız? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar nelerdi?

C.U: Ben aslında sinema okudum. Daha da iyi sinema okuyabilmek için, yurtdışında daha da ilerletebilmek için reklam sektörüne girdim. Bir daha da çıkamadım. Zaten sorun orada. Reklam öyle bir şey. Hem güzel, hem zevkli hem heyecanlı. Ben reklamı çok seviyorum çünkü her hafta veya her ay konu değişiyor. Yani uzun yıllar reklam çekmenin bana en büyük yararı her konuda fikriniz oluyor. Reklam bir deneme yeridir aslında. Sinemayla ilgili öğrendiğiniz her şeyi denersiniz. Işık denersiniz, montaj denersiniz, kurgu denersiniz, aklınıza gelen her şeyi denersiniz. Reklam öyle bir şey. Sarıkamış Çocukları benim ilk filmim sayılsa da aslında bir co-directing denilen bir sistem. Yani 2 yönetmenli bir film. Mutlu Karadoğan aslında tamamını çekti. Daha sonra dedi ki hareketlendirebilmek için günümüzden bir şeyler katalım. Senaryo filmin üzerine tekrar yazıldı. Mutlu’nun çektiği görüntüler biraz kısaltıldı, yarı yarıya. Onun yerine benim çektiğim günümüzden görüntüler girdi. Günümüzle geçmişi birleştirerek bir film yaptık. Bu hem endüstriyel, yani hem gişe biraz yapabilsin, hem de sinemalarda biraz oynayabilsin çünkü diğer türlü tek başına bir televizyon filmi olarak kalacaktı. Ben de onun üzerine bir çalışma yaptım. Ayla için de bir alıştırmaydı aslında bu. Gerçek anlamda ilk filmim aslında Ayla.

P: Peki, Ayla filmi tamamlandıktan sonra siz ilk izlediğinizde ne hissettiniz?

C.U: Bu öyle bir durum ki siz de belki biliyorsunuzdur, tamamlandıktan sonra aslında seyretmiyorsun. Hep böyle parça parça seyrediyorsun. İşte biraz önce Mustafa Kreşova, bizim Ayla filmimizin montajını yapan, Capetown’da En İyi Kurgu Ödülü’nü aldı. Parça parça birleştirdikçe görmeye başlıyorsunuz filmi. Bu sefer sabırsızlanıyorsunuz filmin bütününü göreyim diye.

P: Filmin son hali hayal ettiğiniz gibi oldu mu?

C.U: Evet. En azından işe başlarken senaryo üzerinden hayali kurduk. Film, Türkiye standartlarına göre baya para harcanmış bir film. Zaten ben hep söyledim. Reklamdan gelmenin de mutlaka bir sebebi var. Bakarsanız her karesi dolu doludur filmin. Dekoru, kostümü, oyunculuğu hep dolu doludur, hiç boş bir kare geçmedik. Hayal ettiğimiz gibi oldu, hayal etmediğiniz ne oldu derseniz son bölümüydü. Bunu her zaman söylemiyorum, size söylüyorum, daha iyi anlarsınız diye. Yaşlılık bölümünü daha başka şekilde toparlayabilir miydik, bunu hep düşünüyoruz. Acaba kurgusal anlamda değiştirebilir miyiz? Film yaşlılıktan başlayabilir mi şeklinde.

P: Biz izlerken çok ağladık, siz çekerken ağladınız mı merak ediyoruz.

C.U: Küçük kızın oyunculuğu çok iyiydi. Bu başka bir şey. Biz Ayla’yı seçerken 60 tane kız belirledik Güney Kore’den. Sonra altıya indirdik, ve altısına özel çekim yaptık Kore’de. Hepsi çok iyiydi. Sonra hepsini ağlattık. Bunların hepsi oyuncu çocuklar. Dizilerde oynamış, eğitim almış. Hepsi de ağladı, bir tek Kim Seol içinden hıçkıra hıçkıra, içini çekerek ağladı. Zaten filmin en çok duygulandıran unsuru oydu. Hüngür hüngür ağlamıyor, içini çekiyor, sümüğü akıyor, bir garip yani gerçekten ağlıyor. Bizim ekip yaklaşık 40-50 kişi, o kızın etrafında dönen ışıkçısından setine kadar. kızın özellikle ağladığı bölümlerde ben stop dediğim anda bakıyorum böyle, kimseden ses çıkmıyor. Ben de dedim, çok iyi olmadı mı acaba, ama bir baktım, arkada duranlar ağlıyor, kızın annesi ağlıyor, herkes ağlıyor. Bu bir kere de değil, 3-4 yerde var. Çekerken duygulandık, genellikle duygulanılmaz o kadar çünkü işini yapıyorsun ama herkes işini bırakmıştı o anda. Hani stop dedik ama tek kameraman kamerayı kapattı, kimse koşmadı bile, böyle hani ‘heyy çok iyi oldu’ falan gibi yapılır ya, onların hiçbiri olmadı. Dolayısıyla herkes çok duygulandı.

P: Filmin görüntüleri aşırı çekici ve güzel sizce bunda Amerikan-Türk işbirliğinin etkisi var mı?

C.U: Var tabi. Bir kere çok değerli bir arkadaşla çalıştık, Jean Paul Seresin. Benim yıllardır reklam işlerinde de çalıştığım bir insan kendisi. O da emek verdi, gönül verdi. Ayrıca, kostüm, makyaj ve ekrandaki renk skalasına çok önem veriyorum. Daha ileride filmler çekersem de bunu göreceksiniz, bu tamamen reklam yönetmenliği yaptığım dönemden kalma bir alışkanlık. Çünkü reklamda otuz saniyede her şeyi vermek zorundasınız dolayısıyla her köşeyi, bucağı, her yeri düşünmeniz lazım. Her koyduğunuz şeyin, ki bu sinemada pek olmaz, bir anlamı vardır, üzerine kafa yorulmuştur. Onun için biraz daha plastik gözüküyor bazı yerlerde. Ve böylesi güzel; kostümler güzel, tablo, hiçbir şey boş kalmamış. Woody Allen’ın filmleri böyledir, her yeri dolu doludur, şıkır şıkırdır. Bu sinemadır. Kızın kostümünü bile defalarca kırmızı baktık, yeşil baktık, mor baktık, sarıya karar verdik. O kadar yeşil ve kahverenginin içinden o böyle kuş yavrusu gibi çıktı. Bütün kostümler tek tek düşünüldü.

P: Türkiye de devinen sinemayı, sinema sektörünü ve sinema platformlarını nasıl buluyorsunuz?

C.U: İyi bir film yapabilmek için birtakım şeyler var. Bir kere iyi bir hikaye,iyi oyuncular, doğru mekanlar ve yeterli para. Ayla’nın şöyle bir görevi oldu: Fazla maliyetle değil, yeterli maliyetle güzel film yapabileceğimizi gördük. Türkiye’de teknik ekipmanlarımız, oyuncularımız ve sanat yönetmenlerimiz çok iyi ama her şey aceleye getiriliyor. Biz filmimizi 100 günde çektik ve bunu yurt dışında söylediğimizde gülüyorlar. Burada ise bu kadar uzun sürede çekmemizi yadırgıyorlar. Doğru şeyler yapılabilmesi için saydığım şeylerin eksik olmaması lazım sadece. Dolayısıyla bundan sonra daha iyi filmler yapılacak diye düşünüyorum. Para harcanması lazım. Artık sektör öyle bir hale geldi ki sponsorlar bulabiliyorsunuz parayı doğru harcayıp doğru insanlar bularak bunları birleştirerek çok iyi işler çıkartabilirsiniz. Sadece film değil sanatın her alanında buna ihtiyaç var. Bizim sinemamızda her şeyin doğru bir şekilde kurgulanması ve yapılması lazım. Çok değerli yönetmenlerimiz, yapımcılarımız ve yapım şirketlerimiz var. Harika oyuncular var. Diyorlar ki bizim filmde oyuncular çok güzel oynamış. Oyuncular da o mekanın bir parçası ve baktılar ki her şey çok güzel; giydikleri güzel, oynadıkları rol güzel, onlara planlanan şeyler güzel! Onlar da iyi oyunlarını sergilediler. Kimse onlara hadi hadi demedi. Yapana kadar uğraştık. Ama doğru sinema da böyle bir şey.

P: 23 Ocak tarihini heyecanla bekliyoruz. Oscar’ın son yıllarda belli bir zümreye hitap ettiği ve objektif olmadığı konuşuluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Oscar komitesi sizce Ayla’yı değerlendirirken objektif bir karara varabilir mi?

C.U: Şimdi önce bir soruyla başlıyım biliyorsunuz özellikle Oscar geceleri sabahlara kadar oturmayı çok seviyoruz. Herkesin de favori bir filmi en iyi erkek ,en iyi kadın oyuncusu var. Biz böyle yarışma gibi yapıyoruz ve çoğunda da çok beklediğimiz seçilmiyor. Mesela hayal kırıklığına uğruyoruz. Sonra da niye seçilmedi diye yargılıyoruz. Hep de bir sebep buluyoruz. Bunu seçmediler çünkü bilmem ne sebeplerinden. Bu hep olacak. Bizim Ayla filmimize dönersek biz Los Angeles’a gittiğimizde pek çok şey gördük. Çok tecrübeliyiz ve bundan sonra bir film yaptığımızda çok daha iyisini yapacağız. Bizi sevmezler diye bir şey yok. İyi yaptığınız sürece... Tabii iddialıyız! Bunu da seyreden insanlara bakın. Seul’da de seyrettiler Los Angeles’ta ve Toronto’da da insanların tepkileri aynı. Filmimizi çok seviyorlar. Bu yüzden avantajlıyız. Avantajları sayarsak Amerika ile Kuzey Kore arasında bir problem var biliyorsunuz. Bizim filmimiz için bu küçük de olsa bir avantaj. Bunu da nerden anladık? Variety diye bir dergi var. Bu dergiye film olarak çıkmak çok zor. Çok büyük paralarla kabul ediyorlar. Variety hiç para almadan 25 Ağustosta dergisine bizi bastı makale ve fotoğraf olarak. Bunun sebebi şu: Editör baktı Oscar’a aday filmlere. Koreli bir kız ve Türk deyince ilgisini çekti ve ilk onu yayınladı. Şimdi bunlar baktığınızda ilgi çekici küçük şeyler. Biliyorsunuz Ayla filminin yürüttüğü çok büyük bir UNICEF kampanyası da var. Biz UNICEF’e 6 ay önce başvurduk ve bunu kabul ettiler. 3 ay İsviçre’de bekledi filmin her yerini incelediler. Yani en ufak bir şey varsa kabul etmiyorlar. Ve Leon filminden sonra, Ayla UNICEF logosunun kullanıldığı tek film. Dolayısıyla bunlar Oscar için artı bir şey. Negatif durumlarsa maddi açıdan destek almadan orda kendinizi çok iyi tanıtamıyorsunuz. Oscar komitelerine bol bol gösterim yapmak, onları kokteyller ve yemeklerde ağırlamak gerekiyor. Hep gündemde durmak lazım. Bunu yaptık ama çok fazla da yapamadık. Adaylar var siz değerlendirin. Fatih Akın’ın çok güzel bir filmi var. Ben onun sinemasını da çok severim. Alman filmlerine çok fazla Oscar vermiyorlar LA ’deki lobiden dolayı. Fatih Akın’ın bir Neonazi filmi vardı mesela . Bazen filmleri Oscar’a göre yapmak lazım o da tam öyle Oscar niyetiyle yapılmış bir film. Anti nazi propagandası var dolayısıyla bu onlar için iyi bir şey. Bizim de Kore durumumuz var. Eğer kaybedersek ya da hiç giremezsek birtakım sorular ve cevaplar arayacağım. Niye seçilmedik diye hemen biz sevmezler demek istemiyorum. Bunun çözümlerini bulacağız

Şimdilik Ocak ayının başında Palm Springs diye bir festival var. Bu festival çok önemli. Tamamiyle yabancı filmler. Bütün yabancı ülkelerden gelen Oscar adayları oraya gidip kendi stantlarını açacaklar. Paraları varsa gösterim de yapıyorlar. Daha da paraları varsa otellerde Oscar ve Golden Globe komitelerine gösterim yapıyorlar. Bu bir festival. 90 tane film gidiyor. Bir de 10 adet film orada yarışmaya katılıyor. Bu Palm Springs komitesinin seçtiği 10 film. Bunu biz daha açıklamadık. Ayla bu 10 filmden biri. Yani orda yarışma kataloğunda olmak çok önemli. Bu yarışmada olmak 3 gösterim demek bizim için. Ve herkesin inandığı bir şey var! Orada yarışmaya giderseniz o Oscar dokuzunun içine girme olasılığınız çok yüksek. Bu bizi en çok umutlandıran şey. İnsanlar orada merak ettiği filmleri seyredicekler. Palm Springs’te olmak müthiş bir haber. Artık buna rağmen ilk dokuza giremezsek ben soru işaretlerine başlayacağım ama bizi sevmiyorlara inanmıyorum.

58 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page