- Berat Erbaş
The Joker
"Cinayet sebepsizken bile dans kendine bir sebep bulabiliyor."

Bir ritüel tamamlarcasına yanan arabalar, palyaço maskeleri, isyancı
–özgürleşen– bir topluluk önünde, kaza geçirmiş bir polis arabasının üzerinde kollarını havaya kaldırdı. Suratına bulaşmış kandan kendine bir gülümseme yarattı; sakin, şairane ve neredeyse içgüdüsel bir şekilde dans etmeye başladı. Tüm kargaşaya, alevlere, patlamalara, arkadaki minör notalara rağmen ümit dolu, yaşam dolu bir dans…
Barry Sanders, “Kahkahanın Zaferi” kitabına “Başlangıçta gülme vardı.” diye başlar. Todd Phillips’in 2019 yapımı Joker’i de aynı şekilde başlıyor ama tek bir farkla: Sanders’ın kahkahası tanımlanmış, sıkıcı, akademik bir kavram (Akademik kavramlar hiç kimseyi rahatsız edemese de şimdilik sanat eserleri bu boşluğu dolduruyor.). Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Arthur Fleck’in kahkahaları ise rahatsız edici, neredeyse acınası kahkahalar. Bu kahkahalar, seyircinin önüne ötekileşmiş birini seriyor. Ne kadar kabul etmek istemese de sokakta gördüğünde “ucube” diye adlandıracağı, bir asansöre binse varlığından fazlasıyla rahatsız olacağı bir ana karakter sunuluyor seyirciye: tam anlamıyla bir anti-hero. Seyirci filmin sonuna kadar bu adama bakmak zorunda kalıyor; dışarıda göz göze gelmeye çekineceği bu adamı, 2 saat boyunca seyrediyor. Dahası, bu adamı izlemek için para veriyor. Gecenin belirli bir saatinden sonra böyle bir adamı görse polisi arayacak olan seyirci, bu filmi bir sanat galerisindeymişçesine izliyor. Film arasında ve sonunda da kendine bir iki afili cümle edinip hayatına devam ediyor. Hem de bir “ucube” gördüğünde aynı tutumu sergilemek üzere devam ediyor, hayatına çünkü bilmiyor: Sanattan anlayanlar ancak bir sanat eserinin onu değiştirmesine izin verenlerdir.
Bunu umursamayanlar ise şöyle bilgilerle daha çok ilgileniyor: Joker karakteri aslen 1928 yapımı “The man who laughs” isimli filmden esinlenmiştir. Bu film ise Victor Hugo’nun 1869 tarihli “L’homme qui rit” kitabından uyarlamadır. Kitapta ağzının kenarlarından kulaklarına doğru uzanan yara izleri bulunan ve hiç de gülünesi bir hikayesi olmayan Gwainplane resmedilir. Nolan’ın Batman’inde de Joker, bu yaralara sahiptir. Tim Burton’da aynı yaralara sadık kalmıştır. Bu yaralar karakterin istemsiz gülüşünü simgeler. Arthur’un ise görünürde hiçbir yara izi yok, onun yaraları psikolojik. Arthur karakteri seyircinin görmeye alışık olduğu bir karakter değil. Kendinden emin, vücut hatları belirgin, bir misyonu olan, doğrularına doğrular katmak için çabalayıp tüm yanlışları sonsuza dek yok etmeye gayret eden o adam yok perdede. Perdedeki hayatından son derece mutsuz bir adam. Annesiyle yaşayan bir palyaço. İtici, tuhaf, belirsiz biri. Bir hiç kimse.
Filmin başından sonuna kadar bu karakterin ruhsal dengesinden şüphe ediyor seyirci: tam anlamıyla kaybetmiş, umutsuz, kurtarılamaz bir karakter var çünkü karşısında.
Bu monoton karakter istemediği halde sıkıcı ve acınası rutininden çıkarılıyor. Arthur karar vermeksizin onun kontrolünde olmayan bir sürü üst üste gelen durum sonucu bir cinayet işliyor. Olay mahallinden koşarak kaçıyor. Kendisini bir tuvalete atıyor. Kapıyı arkasından kapatıyor. Gözleri kapalı bir şekilde dans etmeye başlıyor. Çarmıha gerilmişçesine son veriyor. Ve gözlerini açıyor: aynadaki Arthur’la göz göze geliyor. Sonra bir cinayet daha, annesi sandığı kadını öldürüyor. Bir çeşit intikam. Tesadüf unsuru ortadan kalkıyor. Yine dans. Bir cinayet daha. Tekrar bir intikam. Görgü tanığını serbest bırakması, telaşsızlığını ve umarsızlığını simgeliyor. Merdiven sahnesi. Dans, görsel bir şölen. Murray Frenklin. Asıl cinayet. Kameralar önünde. Bir kriz anı ama sebebi belirgin. Polis arabasının üzerinde dans. Son cinayet. Terapist. Sebepsiz ve tesadüfi. Başa dönüş. Bildiğimiz Joker’in herhangi bir cinayeti.
“The Killing Joke” isimli 2016 yapımlı animasyonunda joker’in “benden sadece tek bir kötü gün uzaklıktasın” demesi oldukça sembolik geliyor bana. Arthur Fleck hayal ettiği sevgilisine “kötü bir gün geçirdim” derken buna gönderme yapıyor belki de. Arkasında bir düşünce yattığını düşünüyorum. Tehditkar bir düşünce, teşvik edici bir düşünce; her insan bu kadar delirmenin eşiğinde sayılmalıdır ve tek bir gün, yeterince kötü tek bir gün, bir kahramanı bile beklenmedik bir şeye, “kötü” bir şeye, dönüştürebilecek güçtedir. “An”ın öneminin vurgulanması bir kenara, bu düşünce bir uyarı niteliği taşıyor. “Farkına var” gibi bir uyarı ya da “dikkat et!” gibi bir son çare çığlığı… Bu fikir Joker karakterinin yaratılışından beri ona enjekte edilmiş ve Phillips’in Joker’inde de eksik olmayan bir öğe. İnsanın içindeki – belki de “doğasındaki” denmeli – kötülüğün bir çeşit örneği. Ne kadar romantik, sembolik ve romanesk olsa da oldukça iyi bir temsil olduğunu kabul etmek gerek.
“Kötülük” terimi ise aslında bir soru işareti. Kendiyle birlikte, dolaylı olarak konunun içine “ahlak” kavramını taşıyor. Ne kötü? Potansiyel birkaç tecavüzcüyü öldürmek mi? Evlatlık çocuğunu kalorifere bağlayıp günlerce aç bırakan bir kadını öldürmek mi? Yoksa zararsız ama pek fazla gülen bir adamı toplumdan dışlayıp “zaten o bir hiç kimse, en fazla ne yapabilir ki?” düşüncesinin arkasına saklanıp ona toplumca hayatı boyunca işkence etmek mi? Böyle birinin eline silah vermek? Peki ya ne pahasına olursa olsun, şiddet aracılığıyla olsa bile, insanlara umut vermek? Yoksa hiçbir şeyi düzeltmeyen ilaçlar alıp sonsuz bir buhran içinde, hayatını yaşamaya değer kılan hiçbir şey yapmamış ve yapmayacak olduğunun bilinciyle ölümü beklemek mi?
Oysa Arthur dans ediyor. Bu onu özgürleştiren bir öğe. Karakterin en alıcı özelliği belki de. Bir çeşit kendini ifade biçimi bile denilebilir. Filmdeki ilk üç cinayet sahnesini de er ya da geç bir dans sahnesi takip ediyor. Kendini ifade edemeyen, akıl hastası, yapayalnız bu adamın tek yapabildiği şey cinayet. İlginç olan ise bu cinayetin onda pişmanlık uyandırmıyor oluşu. Tam aksine bir ritüelmişçesine her birinden sonra dans ederek adeta onu kutluyor.
İlk dans karanlık bir tuvalette seyirciye sunuluyor. İlk cinayeti takip eden bu sahne Joker’in uyanma sürecinin başlangıcı olarak yorumlanabilir.
Filmin başında karamsar bir müzik eşliğinde zar zor tırmandığı merdivenleri, arkasına Frank Sinatra’yı alıp çok renkli bir takım elbise giymiş ve keyifle sigara içerek inerken dans ettiği sahne ise inanılmaz derecede ilham verici. Bu sahne de uyanışın tamamlanışı olarak da yorumlanabilir. Merdivenleri inişi rutine karşı bir başkaldırıyken dans edişi ise- cinayetle birlikte – bir ifade biçimi haline dönüşüyor. Merdivenlerin üzerinde eski hayatının üzerinde zıplarcasına zıplıyor. Devrim kokan bir sahne.
Cinayet sebepsizken bile dans kendine bir sebep bulabiliyor. Murry Frenklin cinayeti – tıpkı psikolog cinayeti gibi – aslında bir şakadan ibaret. Kendi dışında pek fazla insanı güldürmeyen bir şaka. Ne de olsa Arthur’un da dediği gibi: neyin komik olup olmadığını belirleyen tek şey toplumken nasıl bir mutlaklık aranabilir ki? “Duyar” kavramının bu kadar genişlediği ve önemsendiği bir dönemde böyle bir film çekmek simgesellik barındırıyor.

Herkesin önemsediği konular o kadar soyut ve kitlesel bir hareket olmadıkça – ve takdir edersiniz ki yaşadığımız dönemde kitleleşmek pek sık rastlanılan bir şey değil- ulaşılamaz ideallere dayalı. Buna rağmen kimse Arthur gibileri umursamıyor. Bilmiyorlar ki doğru bildikleri her şey, Arthur’unki kadar tesadüfi, istemsiz ve ani tek bir eylemle ayaklarının altından uçup gidebilir. Bu tehlikeli bir dengedir. Normal bir insan için pek de şakaya gelmez. Arthur’un, filmin sonlarına doğru bir çeşit peygamber olarak görülmesi de tam olarak buradan geliyor; o şaka yapabiliyor.
Bana kalırsa film temel olarak bir ayaklanmayı konu alıyor. Bu başta bireysel bir ayaklanma. Bireysel bir uyanış. Bu uyanış cinayetle kendini gösteriyor. Bu bireysel uyanış, toplumsal bir eyleme dönüşüyor çünkü tıpkı şimdiye kadar ayaklanmış herhangi bir topluluk gibi, Gotham halkı da bir şey bekliyor. Herhangi bir şey. Sokağa çıkmak için ona sebep olarak gözükecek herhangi bir şey. Sebebi ona Arthur veriyor.
Bu film hakkında yazılabilecek herhangi bir yazı bence ancak bir soruyla bitirilmeli. Herhangi bir soru. Öyleyse bu filmi “şiddete eğilimi destekliyor”, “ayaklanmaya sebep olabilir” veya “tehlikeli ve sansürlenmeli” diye eleştiren Amerikan Cumhuriyetçisi(?) bakış açışına ve benzerlerine bir soru sorayım: Yeterince kötü bir gün geçirseydiniz, siz de herhangi birinin komik bulmayacağı bir şakaya gülmez miydiniz?