top of page
  • İlgi GÜNGÖR

Çağımızın Hastalığı: Oblomovluk

Gonçarov'un 1859 yılında yazdığı Oblomov adlı kitabı, sadece 19.yy'ı anlatmakla kalmıyor, batının dinamikleriyle gelişmeye çalışan doğulu milletlerin kapıldığı atalet ve kayıtsızlık duygusunu da gözler önüne sererek çağımıza ve toplumumuza ayna tutuyor.

“- Zekâca kimseden aşağı değildi. Tertemiz, billur gibi bir ruhu vardı. Asil heyecanları olan bir insandı. Ama hiçbir şey yapmadı. -Niçin? Ne yüzünden? -Ne yüzünden mi?..Oblomovluk!”

Gündelik hayatta maske takmayan insan sayısı yok denecek kadar azdır, hatta bir süre sonra o maskeleri kendi yüzümüz zannederiz ve giderek o maskelere uygun yaşamaya başlarız. İç dünyamızda ne olup bittiğiyle ilgilenmeyiz. İşte tam bu noktada edebiyat çoğu zaman bir ayna niteliği görür. Tokat gibi çarpar yüzümüze. Yazar hayatımıza öyle bir noktadan ulaşır ki, kaçmak mümkün olmaz gerçeklerden. 1859 yılında, tam da Rusya’da köleliğin kaldırılmasına üç yıl varken, bir roman yazdı Gonçarov. O dönem doğu ve batı dünyasının karşılaştırılması olarak görülen kitap, bir doğu ülkesi olan Rusya’nın kapitalizmle karşılaşma sürecinin insanlar üzerindeki etkisini gözler önüne serdi. Bilindiği üzere, Rusya diğer doğulu ülkeler gibi değişimini batının dinamikleri sayesinde gerçekleştirdi. Çünkü batılı ülkeler durağanlığa Orta Çağ’dan itibaren son vermiş, yeni fikirler ortaya atmaktan korkmamış, çalışmayı bir erdem kabul etmiş ve elini kirletmekten çekinmemişti. Fakat roman sadece Rusya’yı etkilemekle kalmadı, tüm dünyayı insanın kendine bile itiraf edemediği huylarıyla karşılaştırdı. Üç devrimle karşı karşıya kalan Rus halkının tükenmişliğe, ümitsizliğe, bitmeyen şikayetsizlik durumuna kapılması kaçınılmazdı. Batının dinamikleri sayesinde değişime uğrayan Rus halkı tam anlamıyla bocalamaya başladı. Bazıları adapte olacaktı bu sisteme, bazıları tutunamayacaktı. Bir tutunamayan olan kahramanımız Oblomov, değişime ayak uydurmak için köyden şehire göç etti fakat bu yaptığı tamamen dışsal bir dayatma sonucu olduğu için, içindeki doğulu yaşam tarzını bırakamadı. Bir süre devlet memurluğunu denedi ama şehirdeki yaşam tarzına, çalışma koşullarına ve etrafta dönen çıkarcılığa ayak uyduramayınca istifa etti. Ailesinden miras kalan geliriyle yaşamayı tercih eden Oblomov zamanla ataletin esiri haline geldi. Ömrünü rahat bir şekilde geçirmesini sağlayacak bir miras kalmıştı ailesinden, konfor alanından çıkmasına ne gerek vardı? Onu harekete geçirecek heyecanı bulamıyordu içinde. Çalışmayan ama çalışmamaktan mutlu olmayan, bir sürü plan yapıp hiçbirini uygulamak için harekete geçmeyen Oblomov dış dünyayla bağını neredeyse koparmış hale geldi. İstedi, düşündü ama hep erteledi. Yani kahramanımızın hayat felsefesi “Bugün üşeniyorum, öyleyse yarın”dı. Düşünmekten kendini alıkoyamayan, ancak uygulamaya gelince bahaneler uydurup sıyrılan İlya İlyiç Oblomov’un varoluş trajedisini okurken kurtarıcının hep “aşk” olabileceğini düşündüm. Oblomov’un Olgayla tanıştığı bölüm bu yüzden çok heyecanlandırdı beni. Fakat Oblomov’un hali birini sevmesine izin vermiyordu. Sevmeye bile üşeniyordu. Bağlılık, sorumluluk, fedakarlık; bunlar onun lügatında yoktu. Bu nedenle Oblomov Olga hikayesi “Aşk hayat bulacaksa şefkatle yetinmez, onun için bir şey yapmak gerekir” sözüyle noktalandı. Ölü toprağı aşk da atamadı İlya İlyiç’in üzerinden. Küçüklüğünden itibaren tembelliğe alışmış, çorabını bile kendisi giymeyen birinin “sevgi neydi, sevgi emekti” sözüyle ilerlemesini beklemek zaten saçmaydı belki de bilemiyorum. Ama entelektüel olarak niteleyebileceğim birinin, hayata katacağı çok şey varken Oblomovluk hırkasını çıkartmamakta direnmesi beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Gonçarov’un romanını kasıtlı bir şekilde uzatıp 598 sayfada tamamlamasını okurları arasındaki Oblomov’ları elemek istemesine bağlıyorum. Zira günümüzdeki Oblomov’lar, 598 sayfaya dikkatini verebilecek iradeye ve inanca sahip değil bana kalırsa. Rusya, değişim dönemine ayak uydurup Oblomovluktan sıyrılabildi mi bilmiyorum, fakat benim düşüncem Avrupalılaşma yolunda olan doğulu milletlerde Oblomovluğun kolay kolay ruhtan çıkamayacağı yönünde. Buna bağlı olarak, Oblomovluğun çağımızın toplumsal hastalığı haline geldiğini söyleyebilirim. Bizim toplumumuzda da olup bitene kayıtsız kalan, düşünen ama uygulamayan insan sayısı maalesef günden güne artıyor. İçinde bulundukları durumdan memnun olmayan aynı zamanda geleceğe dair umutları da tükenmeye başlayan pek çok insan zamanla ataletin esiri haline geliyor, hırkasını giyip kendi konfor alanına çekiliyor. Gonçarov yazdığı Oblomov adlı roman, adeta zamanın her şeyi değiştirebileceği düşüncesine meydan okuyor ve zamanın Oblomov’ları değiştiremediğini, Oblomov’ların tükenmediğini, hayatın her alanında görüyoruz. Hatta çok uzaklaşmaya gerek kalmadan biraz içimize döndüğümüzde kendi ruhumuzda yakalıyoruz o atalet ve kayıtsızlık duygusunu. Kitabı okurken bir yandan sinirlenip bir yandan taktığımız maskeyi çıkartıp içimizdeki Oblomov’la buluşuyoruz. Ya da çok yakın bir arkadaşımızla konuşuyormuş gibi hissediyoruz. İçinde bulunduğumuz toplumun bir ürünü olmakla kalmıyor bazen kurbanı da olabiliyoruz. Özellikle gösterilen çabanın geri dönüşünün olmayacağı öngörüleriyle dolu, anlamsızlığın ve umutsuzluğun baş gösterdiği bir çağın tam ortasındayken Oblomov hırkasına sarılmak hepimizin ilk tercihi olabiliyor çoğu zaman. Fakat bizi bu hale getiren sistemi ya da toplumu suçlayıp bir kenara çekilmek, Oblomov’luğun ta kendisi olur ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığıyla devam edersek batının dinamiğinin esiri olmaktan bir adım bile uzaklaşamayız. Hem ne demiş Barış Bıçakçı “Hareket etmezsen, acı üzerinde birikir.” Bu dünyanın Oblomovluğa daha fazla takatinin kaldığını düşünmüyorum. Bu nedenle, hepimiz için, çok düşünen, hayal eden ve bunları uygulayan insanların olduğu, Cicero’nun “Yarınlar yorgun ve bezgin insanlara değil, rahatlarını terk edebilen gayretli insanlara aittir” sözünün kulaklarımızda yankılandığı yeni bir dünya diliyorum.

168 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page