Kitaplar ve filmler hayatımızın merkezine yerleşmiş, günlük yaşantımızın içinde kendilerine yer bulmuş vazgeçilmezlerimiz… İkisinin de hem hayatımızda hem de sanat dünyasında ayrı olarak yeri çok özel olsa da biz bu ikiliyi birlikte görmeyi oldukça çok seviyoruz. Sinema kendisinden önce var olmuş sanat dallarıyla sürekli etkileşim halindeyken en güçlü bağlarını her zaman edebiyat ile kurmuştur. Bir su kaynağı misali edebiyattan hep can almış, ondan beslenmiş, filizlenmiştir. Bize de bu ikilinin birleşiminden çıkan eserlerin tadına bakmak kalmıştır. Özellikle şu günlerde ne zaman sinemaya gitsek karşımıza anımsadığımız kahramanlar, önceden duyduğumuz hikayeler gelir. Peki okuduğumuz bir kitabı beyaz perdede tekrar ‘okumak’ bizi memnun ediyor mu? Koltuklarımızdan mutlu ve etkilenmiş bir şekilde ayrılabiliyor muyuz? İşte bu soru sanıyorum ki her izleyicinin ve okuyucunun kafasında büyük bir karmaşa yaratıyor. Çünkü işin aslına bakarsak kitap uyarlaması filmler hem yazar için hem de senarist ve yönetmen için oldukça can sıkıcı bir süreç başlatıyor.
Ben kendimi, romanı beyaz perdeye taşınan bir yazar olarak düşününce endişe ve korkuya kapılıyorum. Yıllarımı, hayallerimi, emeğimi vererek oluşturduğum hikayemi başka hayal dünyalarına teslim etmek zor olsa gerek. Eserin aslının korunamayacağı, büyüsünün bozulabileceği gibi düşünceler mutlaka her yazarın kafasını kurcalıyordur. Diğer yandan senaristlerin omzundaki yük hayal bile edilemez. Önünüzde sevilmiş, sanat dünyasında kendine yer edinmiş bir eser var ve siz onu, aslını koruyarak aynı zamanda kendi imzanızı da atarak yeniden yaratmaya çalışıyorsunuz.
Bir taraftan da karşınızda içgüdüsel olarak karşılaştırma yapmayı seven bir izleyici kitlesi var. “Film kitabı kadar iyi değildi, tamamen hayal kırıklığıydı.” gibi cümlelerle karşılaşmak an meselesi. Hepimiz film başladığı andan itibaren otomatik olarak karşılaştırma yapmaya başlıyoruz. Ama kitapta hikaye böyle gelişmiyordu, böyle bir olay kitapta yoktu... Bunlar salonlardan çıkan seyircilerin tipik yorumları. Bu memnuniyetsizliklerin asıl nedeni ise oldukça açık; hayal dünyalarının farklılıkları. Yazar kitabı okuyucuya sunar ve sahadan çekilir. Kahramanları hayallerinde canlandırmak, onlara zihinde bir görüntü çizmek artık okuyucuya kalmıştır ve maalesef biz beyaz perdeye bakınca hayalimizdeki kahramanları ve hikaye kurgusunu bir kenara bırakıp film yönetmeninin ve senaristinin yorumunu, hayalini izlemeye başlıyoruz. Okuma sırasında kimimiz kahramanın ses tonunu belki daha kalın hayal etmiştik, bazımız ise daha ince. Hal böyle olunca ışıklar yandığında memnuniyetsiz seyirciler terk ediyor salonları.
Tabi bazen tam tersi bir durumla da karşılaşabiliyoruz. Filmin kitabı aştığı, kitabın film yanında gölgede kaldığı birçok örnek var karşımızda. Bir zaman sonra kitaptan bahseden bile kalmıyor hatta izledikleri filmin aslında bir romandan uyarlandığının farkında olmayan seyirciler de bulunmakta. Böyle durumlarda film vizyona girdikten sonra kitap birden fark ediliyor ve yıllarca bir köşede boynu bükük beklerken kitapçılarda birden çok satan olarak raflara diziliyor. Senaristlerin yeni hikayeler yaratma konusundaki sığlığı mı yoksa gerçekten beyaz perdeyi hak eden romanları değerlendirme isteğinden mi sinema dünyasının merkezinde bu kitap uyarlamaları? Belki yazının sonunda küçük bir fikrimiz olur. Şu ana kadar sanırım durum değerlendirmesi yaparak kişisel fikirlerimi sundum sizlere, gelin bir de bu kitaptan uyarlanan filmlere nesnel bir açıdan bakalım. Nedir bu mesele?
Edebiyatta, yazar kalemi ve kağıdıyla masa başında yalnızdır. O nasıl isterse o olur, hem senarist hem yönetmendir. Oysa sinema tamamen bir ekip çalışmasıdır. Yönetmen, senarist, oyuncular eğer görüş birliğiyle uyum içinde olmazlarsa film hayal kırıklığı olur. Sinema ve edebiyatın ortak amacı izleyicilere estetik zevk vermektir. Edebiyat bunu yaparken dili, sinema görüntüyü kullanır. Bu nedenle kitap uyarlaması filmlerin amacı okuyanlara bir görüntü vermekten başka bir şey değildir. Üstelik hazır hikayenin çekiciliği ve ticari açıdan başarı garantisi bu uyarlamaların diğer sebeplerindendir. Uyarlamalar tamamen esere sadık bir şekilde olabileceği gibi romandan beyaz perdeye giden süreçte senaristin kişisel tercihine, yazmak istediği hikayeye bağlı olarak birçok değişime uğrayabilir.
Peki bu uyarlamalar ne zaman başladı diye merak edecek olursak edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamaların geçmişi George Melies’in Jules Verne’den esinlenerek çektiği 1902 yapımı A Trip to the Moon adlı filmine dayanır. Türk sinemasına bakarsak, ilk roman uyarlaması Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eseri olan, Ahmet Fehim’in yönetmenliğinde 1919 da çekilen Mürebbiye’dir. O yıllarda henüz sinema yazım tekniği bilinmediğinden eser direk görüntüye aktarılmıştır. Bu örneklerden sonra Türk sinemasında da dünya sinemasında da yoğun bir kitap uyarlaması filmler dönemi başlamıştır. Edebi eserleri çarpıtmak, orijinalliğine zarar vermek gibi eleştireler sıklıkla sinema ve edebiyat dünyasının merkezinde olsa da bu durum çoğu sanatçı tarafından övgüyle karşılanmıştır.
Türk sinemasında yerli popüler edebiyat eserleri halk tarafından çok sevilmiş ve senaristler, yönetmenler için edebi eserler altın değerinde olmuştur. Anayurt Oteli, Susuz yaz, Vurun Kahpeye, Selvi Boylum Al Yazmalım, Hababam Sınıfı beyaz perdede gösterilmiş unutulmaz eserler arasındadır. Dünya sinemasında ise Baba, Sol Ayağım, Gülün Adı, Anna Karenina, Pianist, Yer Altından Notlar, Aşk ve Gurur, Uçurtma Avcısı, Tiffany’de Kahvaltı, son dönemin hit serisi Açlık Oyunları ve saymadığım daha doğrusu sayamayacağım nice örnek var. Benim için kitap uyarlaması film denince aklıma gelen ilk filmi sizle paylaşmak istiyorum:
Muhteşem Gatsby
F. Scott Fitzgerald tarafından 1923 ile 1924 yıllarında yazılmış olan bu kitap 1925 yılında
okuyucuya sunulmuştur.1974 yılında romanı ilk kez okuyan Avusturyalı yönetmen Baz Luhrmann, ilk adım olarak romanın film haklarını satın almıştır. 1974 yılı aynı zamanda “Muhteşem Gatsby” nin sinemadaki en ünlü uyarlamasının dünya sinemalarında gösterildiği yıl olmuştur. Luhrmann, Jay Gatsby’yi, bu romantik, karmaşık, karanlık, gösterişli karakteri, en iyi DiCaprio’nun canlandıracağını biliyordu. Baz Luhrmann için romanın ve hikayenin kilit noktası olan Gatsby’nin doğru kişi olması oldukça önemliydi ve neyse ki Gatsby’nin özündeki karmaşayı ifade edebilecek bir oyuncu bulabilmişti. DiCaprio filmle tanışma süresi için şu cümleleri kurdu:“Kitabı ortaokulda okumuş ve hikayesinden çok etkilenmiştim, romanı elime tekrar alışım, Baz’ın bana bir kitap uzatıp, ‘Bunun film hakkını aldım,” dediği zamandı. Oldukça göz korkutucu bir konseptti; tüm zamanların en harika romanıyla sonsuza dek ilişkilendirilecek unutulmaz bir film yapmanın sorumluluğu söz konusuydu.”DiCaprio‘ya eşlik edecek partner Carey Mulligan seçilmiştir. Film kitabı neredeyse adım adım takip edecek şekilde kurgulanmıştır. BazLuhrmann bir yandan kitaba ve öneme sadık kalırken, bir yandan da hikayeyi yeni nesle ulaştırmak ve kültürel bir köprü yaratmak istemiştir. Filmde çağdaş müzikler kullanmak bu köprünün bir parçasıydı. Bu doğrultuda, çığır açan sanatçı Shawn “JAY Z” Carter’le birlikte çalıştı. Böylece beyaz perdeleri Fitzgerald ağırlığında bir dönem hikayesinin modern dokunuşlarla harmanlandığı etkileyici bir amerikan hikayesi süsledi. Muhteşem Gatsby kitaptan uyarlanan filmler başlığının altına altın harflerle yazılmış oldu.
Edebiyat ve sinema var oldukça sevenlerle ve eleştirenlerle biz perdedeki sayfaları okumaya devam edeceğiz. Herkese iyi okumalar, iyi seyirler diliyorum.