top of page
  • Selin Ellibeş, Ceren Köker

M. Ferhan Şensoy ile Pera’daki Hayalet’in İzinde

Geleneksel Türk tiyatrosunun dev ismi Ferhan Şensoy’un kızı Müjgan Ferhan Şensoy ile tarihi Ses Tiyatrosu’nda ilham verici bir sohbet gerçekleştirme fırsatı yakaladık. Tiyatro ile büyüyen, yaşayan ve yaratan Şensoy’un “Pera’daki Hayalet” ile başlayan yolculuğuna kapı aralıyoruz.

Perspective: Ferhan Şensoy ve Derya Baykal’ın kızı olarak büyümek hayatınızda aldığınız kararlarda ve karakterinizin oluşmasında ne derece etkili oldu?

Müjgan Ferhan Şensoy: Annesi ve babası herhangi başka bir işi de yapsa, onların yaptıkları işe özenerek büyümeniz tabi ki de çok doğal. Belki babam kaptan olsaydı, ben de kaptan olmaya özenirdim. Tiyatro herkes için çok büyüleyici. Çocuk olarak tiyatroda, provalarda dolanarak büyüdüğünüz zaman izliyorsunuz ve büyüleniyorsunuz. İleride ben de orada olmalıyım diyorsunuz. Süreci mutfağında gözlemliyorsunuz. Bazıları da bu işi zor olarak görüp yapmamayı tercih ediyor. Benim bu şekilde tanıdığım ailesi tiyatrocu olan arkadaşlarım da var. Kimileri de bir süre başka şeyler yapsa bile tekrar kendini tiyatroda buluyor. Bence bizdeki en önemli etkisi bu oldu. Tabii ki onların sanatçı olarak duruşları, sanata bakış açıları ve dünya görüşleri bizim vizyonumda çok etkili oldu. Kardeşim ve benim için, onların izinden gitmeye çalışmak bile çok gurur verici.

P: O zaman her ne kadar aileniz Türkiye’deki ileri gelen tiyatroculardan olsa bile tiyatroyu seçmenizde sizin karakterinizin de etkisi var.

M.F.Ş: Ben de öyle düşünüyorum. Bizi hiç tiyatrodan uzaklaştırmadılar aslında. Biz burada, Ses Tiyatrosu’nda büyüdük diyebilirim. Bizim provalar ve oyunlar esnasında arka localarda sandalyeleri birleştirip uyuduğumuz çok olmuştur Derya’yla. Bunların en büyük nedeni burada olmaktan büyük keyif duyuyor olmamızdı. Onlar sahnede prova yaparken biz Derya’yla kuliste resim yapıyorduk. Bir yandan sürekli sahnede neler olduğunu merak ediyorduk. Bir kulağımız sahnedeydi. Örneğin benim ilk yaptığım resimler, 1993 yılında babamın yazdığı ‘’Köhne Bizans’’ operasındandı. Hatta babam, 3 yaşında yaptığım oyunla ilgili resmi alıp oyunun afişi yapmıştı. Şu an o tarz soyut bir resim yapamam diye düşünüyorum. Bizim yaptıklarımıza kıymet verip bizi de her seferinde oyunların hazırlanışına dahil ettikleri zaman aslında fark etmeden bizi teşvik etmiş oldular.

P: Sizin burada büyüdüğünüz gibi bu tiyatroda büyüyen seyirciler de olmuştur mutlaka...

M.F.Ş: Tabii ki oldu. Aslında bu tiyatronun kemikleşmiş bir seyircisi var diyebilirim. Örneğin, Ferhangi Şeyler oyununa yıllar önce babasıyla gelip sonra kendi oğlunu getiren seyirciler var. Böyle kuşaklar arası bir oyun oldu mesela Ferhangi Şeyler. Bir sürü başka oyun da bu şekilde. Bu durumu oluşturdukları için başta babam olmak üzere Ortaoyuncular’ın bütün kadrosuna çok hayranım.

P: Amerika’da aldığınız eğitim kariyerinizi nasıl etkiledi ?

M.F.Ş: Liseden sonra New York Üniversitesi’nde sinema-televizyon bölümünde okudum. Üniversitedeyken kendi bölümümün yanında oyunculuk dersleri de aldım. İstanbul’a döndükten sonra da Kraft oyunculuk atölyesinde iki senelik bir oyunculuk eğitimim oldu. Eş zamanlı olarak da Ses Tiyatrosu’nda öncelikle asistanlık, ardından ‘’Masal Müfettişi’’ adlı oyunda oyunculuk yaptım. En büyük eğitim, çocukluğumdan beri bu tiyatroda bulunmak diyebilirim.

P: Okyanus ötesinde geçirdiğiniz zaman süresinde neler gözlemlediniz? Size neler kattı?

M.F.Ş: Özünde ben Türkiye’de büyüdüm. Üniversite boyunca kendi kültürümle oranın kültürü arasındaki farkları görebiliyordum. Bence en büyük avantajım New York gibi birçok kültürün barındığı bir şehirde bulunmuş olmak oldu. Bence New York, bir Amerika şehrinden ziyade bir Avrupa şehri gibi. Ayrıca, New York sanatsal anlamda kendime çok yakın hissettiğim bir şehir. Kaosu, kaosun içindeki düzeni, tiyatroları, müzeleri, sergileri ve sokaktaki devinimi ile çok besleyici bir şehir. Benim üniversitede okumamdan daha çok New York’da yaşıyor olmam da başlı başına fayda sağladı. O tecrübeler bir şekilde buraya döndüğünüzde açığa çıkıyor. Türkiye’de belki oradaki gibi özgür olamıyorsunuz. Bir sürü engel çıkabiliyor burada fakat belki başka bir ülkede olsaydık önümüze farklı engeller çıkacaktı. Sanatın bu engellere rağmen bir faaliyet göstermek olduğunu düşünüyorum. Fellini’nin bir sözü vardır: ‘’En yaratıcı işler en çok kısıtlandığınız zaman ortaya çıkar.’’

P: Ortaoyuncular bünyesinde ‘’Masal Müfettişi’’ oyununda yer aldınız fakat çıkışınızı “Pera’daki Hayalet” ile yaptınız. Oyunun yazmaya nasıl karar verdiniz ve yazarlık sürecinde neler yaşadınız? Nelerden ilham aldınız?

M.F.Ş: Ortak bir paydada birleşseler bile, oynamak ve yazmak bambaşka iki olay. Benim eğitimim ağırlıklı olarak senaryo yazmak üzerindeydi. Beni en çok çeken dersler de hep bunun üzerine olmuştur... Çocukluğumdan beri babamın sayısız oyununu izlediğim için bir şekilde zamanla kafamda oyun yazmak adına bir formül oluştu. Beni yakın çevrem de oyun yazmam için teşvik etti. Teşvik de bir noktadan sonra insanların benden bir beklenti içine girmesine dönüştü. Özellikle, bu konuda anneme ve babama karşı bir sorumluluk hissetmeye başladım. Bir süre oyun yazmaktan kaçsam da küçüklüğümden beri en çok yapmak istediğim şeylerin arasındaydı diyebilirim.

Pera’daki Hayaleti yazmadan önce bir sürü koşul ve motivasyon bir araya geldi. Biz her zaman burada müzikli ve orkestra çukurunun kullanıldığı oyunlar izleyip aynısını ileride yapabilmek isterdik. Orkestra çukuru uzun zamandır kullanımda değildi. Ben de babama orkestralı bir oyun yazmayı düşünüyorum diyerek zaman kazanmaya çalışıyordum. Sonra babam bana açık bir çek vererek, orkestra çukurunun da olduğu bir oyun yazmamı söyledi. Ardından ben de harıl harıl yazmaya başladım. Okulda öğrendiğim şeylerden biri, senaryo yazarken genel konulardan daha çok kendi dertlerimizden yola çıkarak bir hikaye oluşturmaktı. Tiyatro özelinde, belki bir derdin yoksa oyun kaleme almamalısın. Derya’yla sohbet ederken hep bizi en çok sinirlendiren ve düşündüren konuları bulmaya çalıştık. Pera’daki Hayalet’in özü bu arayışın ardından ortaya çıktı diyebilirim.

Çıkış noktamız herkesin oyuncu olup sahneye çıkmak istemesi ve herkesin sosyal medya mecraları aracılığıyla ünlü olmak istemesiydi. Böyle bir çağa sürüklendiğimizi fark ettik. Andy Warhol’un “Bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak.” sözünü bilirsiniz. Ben de bir makalede “Herkes bir gün anonim olmak isteyecek.” sözünü okumuştum. Bence sosyal medyada da yakın zaman da böyle bir akım başladı. İnsanlar, bazı şeylerin paylaşıldığı zaman hiçbir mahremiyetin kalmadığını fark etmeye başladı. Bence bu, hayatın içindeki tatlı gizemi öldürüyor.

Biz de sokaktaki insanlardan, her gün karşılaştığımız insanlardan bu konuyu ele aldık. Oyunun konusu da ünlü olmak istediğini zanneden ve buna yönlendirilen bir karakter etrafında evriliyor. Karakterin asıl derdi şarkı söylemek. Biz de bu konuyla ilgili müzikli bir güldürü yazdık. Bence oyun çok da güzel yerlere geldi. Birçok ödül aldık. Bizim ilk oyunumuz için aldığımız güzel tepkiler çok teşvik ediciydi. Bu yüzden çıtayı biraz yükselttiğimizi düşünüyorum. İkinci oyunu yazmak biraz zor olacak.

P: Hem yönetmen hem yazar olmanın avantajları kadar dezavantajları da var mı?

M.F.Ş: Elbette. Prova sürecinde epey zorlandığımı hatırlıyorum. Abim, Mert Baykal bir yönetmen olarak bana provalarda çok yardım etti. Babam ve annem de yorumlarıyla çok destek oldu. Bazen bize sert ve yapıcı eleştirileri de oldu. Annem özellikle diksiyon konusunda bize öneriler verdi. Bütün bunlar bir araya gelince, her türlü yorumdan beslenen güçlü bir oyun ortaya çıktı. Aslında, tiyatroda bir kişinin yazdığı oyunu yönetmek istemesi çok olası bir durum. Oyunu yazanlar, kendi vizyonlarını sahneye taşımak istiyorlar veya kafa dengi yönetmen arkadaşlarıyla çalışıyorlar. Birbirini anlayan ekipler oluşturuyorlar. Bir sonraki oyunumda farklı bir yönetmen ile çalışmak isterim. Daha profesyonel bir gözün dışarıdan bakması oyun için daha faydalı olacaktır. Hem yazıp hem yönetme işi çok tecrübe gerektiriyor. Ben kendimi henüz o noktada görmüyorum.

P: ‘’Pera’daki Hayalet’’ için müzikal diyebilir miyiz?

M.F.Ş: Pera’daki Hayalet için tam müzikal demek müzikallere haksızlık olur diye düşünüyorum. Bizim oyunumuz için ‘’müzikli oyun’’un bir kademe üstü demek daha doğru olur çünkü şarkıları on bir sahne içinde eşit bir şekilde dağıttık. Oyunu izlerseniz daha iyi anlayacaksınız. Oyunun konusu da müzikle alakalı olduğu için her an şarkı söyleniyor.

P: Oyunun müzik ayağının yaratım süreci nasıl gelişti?

M.F.Ş: Çok yakın olduğumuz müzisyen arkadaşlarımızdan destek aldık. Ben hayatımda şarkı besteleyebileceğimi zannetmiyordum. Öyle bir havaya girdik ki bu süreçte, oyundaki şarkılarının bir çoğunun bestesini Murat Güneş yaptı. Murat, “Bu oyun için bazen alay ettiğiniz pop şarkılarını tiyatroya uyarlayarak besteler yapacağım.’’ dedi. Örneğin oyundaki “Nağmenin Şarkısı” bildiğiniz hit pop şarkılarına benziyor. O anlamda hepsi Murat’ın başarısı. Anlayacağınız, bizi de bu süreçte çok destekledi. Aynı şekilde müzik direktörümüz Cem Öget ile de çok iyi bir takım olduk. Oyunu ben yazmış olsam da gerek oyuncular, gerek Derya hep fikirleriyle oyuna yenilikler kattılar. Sürekli düşünüp üreten bir takıma sahiptim. Onlar olmasa böyle kapsamlı bir iş çıkartamazdım kendi kendime.

P: Oyunun kadrosunu nasıl oluşturdunuz?

M.F.Ş: Pera’daki Hayalet, Ortaoyuncular bünyesinde benim ilk oyunum olmasının yanı sıra babamın olmadığı, kadronun sadece gençlerden oluştuğu ilk oyun. Bu yüzden oyunu oluştururken öncelikle tanıdığım oyuncularla çalışmak istedim. Birçoğuyla önceden beraber çalışmışlığım vardı. Bir yerlerde izleyip beğendiğim oyuncu arkadaşlarım da vardı. Benim için en önemli kriter oyuncuların en az benim kadar heyecanlı olmasıydı.

P: Seyirci kitleniz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ortaoyuncular’ın normal seyirci kitlesinden (Ferhan Şensoy’un tek kişilik oyunlarından) farklı bir seyirci kitlesiyle mi karşı karşıyayız?

M.F.Ş: Tam değişti diyemeyiz çünkü Ortaoyuncular’ın seyirci kitlesi de bizi bu oyunda yalnız bırakmadı. Birçoğundan güzel ve yapıcı eleştiriler aldık. Onlara kulak verdik. Bence en önemlisi bizim jenerasyonumuzu bu oyunla buraya çekebilmek oldu. İlk defa gelen genç sayısı çok fazlaydı. Birçoğunun tekrar gelip izlemek istediğini duyunca çok sevindik. Bu anlamda amacımıza ulaştık diyebilirim. Her şeyin yanında bu mekan önemli bir tarihe ev sahipliği yapmış bir tiyatro. Sırf müze olarak bile gezilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu tarz tiyatrolar çok az kaldı İstanbul’da.

P: Sizce bir oyunu iyi kılan kriterler nelerdir?

M.F.Ş: Baktığımızda Türkiye’de bir oyunun seyirci sayısı o oyunu iyi veya kötü yapmaz. Bazen çok iyi bir oyun yeteri kadar duyulamasa da veya çok uzak bir yerde oynanıyor olsa da bir şekilde seyircisine ulaşabiliyor. Benim izleyici olarak kriterim ise bana ilham verip vermediği ya da ufkumu açıp açmadığı. Ben oyunu izlerken aklıma yeni fikirler gelebiliyorsa, dünyayla ilgili bir farkındalık kazanabiliyorsam ve gözümü kaçırmadan izleyebiliyorsam; o zaman o oyun iyi bir oyundur. Oyun ile ilgili bir şeyler hissedebilmem gerekiyor. Bu noktada ilham çok önemli bir kelime. Sanatla beraber hayatın her alanında ihtiyacımız aslında. Motivasyon ile paralel ilerleyen bir şey. Bazen ikisi bir arada bir şeyler üretmenin temelini oluşturuyor.

P: Peki en büyük motivasyon kaynağınız nedir?

M.F:Ş: Sanırım ilk başta bahsettiğim gibi bir derdim olması ve o derdi içinde tutamayacağım hale gelmesi. Dert o kadar büyüyor ki ya bir tiyatro oyunuyla ya bir resimle ya da şiirle ortaya çıkarmanız gerekiyor.

________________________________________________________________________________________________________

Fotoğraflar: Ceren Doğaner

178 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page