top of page
  • Dilara Aydoğuş

Yazmak ve Düşünmek Arasında Bir Yer


Açıkçası tuşlarla aram iyi değil. Hiçbir zaman olmadı, ben hep televizyon izlerken saçma sapan bir tuşa basıp da her şeyi mahveden o insan oldum. Tıpkı düz yolda bileğini burkan, merdivenin en son basamağında düşüveren insan olduğum gibi. Neyse, konuyu dağıtmanın da pek bir anlamı yok. Benim işim kağıtla, kalemle. İşim dediğim de, yazmak. Trevanian’ın Katya’nın Yazı kitabında dediği gibi: “Evet, yazı yazmak. Çünkü hayatımın o döneminde her şeyi yapabileceğimi sanıyordum. Henüz hiçbir şeye teşebbüs etmediğim için, kendi yeteneksizliklerimden haberim yoktu. Bir şeye cesaret etmediğim için de, cesaretimin sınırlarını bilmiyordum. Duygulu bir okuyucunun içinde gizli bir yazma yeteneği bulunduğuna inanma hatasına düşmüştüm.” Daha iyi anlatılabilir miydi bilmiyorum, bana sorarsanız şimdilik oldukça iyi bir tarif. Bir şeyleri duygusuz ekrana yazmakla duygusuz kağıda yazmak arasında tam olarak nasıl bir fark olduğundan emin değilim. Tabi ki, kağıt kokusunu klavye boşluklarında birikmiş kırıntılara tozlara yeğlemek bu sorunun dışında kalıyor. Fakat bunun dışında kağıt sevgisi de ucuzlaşmış veya ucuzlaştırılmış bir romantizmden başka bir şey değil belki.

Fark etmişsinizdir, sık sık kendimi eleştiririm, kendi kafamda kendi içimde ve kendi aynamda. Dışarı ne kadarını yansıttığım konusunda bir fikrim yok. Eğer illa ki fikrimi öğrenmek isteseydiniz, ortalama bir şey yansıtıyorumdur herhalde, ne hepsini ne hiçbirini, derdim. Ama istemediniz. Olsun. Hareketlerinin önünü arkasını kaynağını sonunu bilmeye çok meraklıyım. Özellikle kendi hareketlerimin. Yalan yok, bu konudaki analizlerime güvenirim de. İnsan kendi içini anlayamayacaksa daha neyi anlayabilir ki? Ya da neyi anlıyoruz ki? Her neyse. Sert sözler söylerim, düşündüklerimi ifade etmekten çoğu zaman pek de çekinmem, bu pek çok zaman patavatsızlık seviyesinde olsa da. Ama kendime daha fazlasını yaparım. Ve çok daha fazlasını yapmalıyım. Belki hepimiz daha fazlasını yapsak, daha az yargılamayı öğreniriz; birbirimizi ve en başta kendimizi. Ya da belki hiçbir şey değişmez, bende hiçbir şeyin değişmediği gibi. Çünkü “hata”larımın hemen hepsini bilerek, sonuçlarını öngörerek yaptım; demek ki bilinçaltımda olanı duymayı bilmek, pek de anlamlı değil. Kim bilir. Ben bilirim, ve ben bilmem. Normalde bağlaçlardan önce virgül konulmaz sanırım. Açıkçası bu kuraldan da emin değilim, belki sizler için kontrol ederim sonra. Ama ve’den önce virgül koymak kulağa bazen çok doğru geliyor. Çünkü arada bağlaç olsun olmasın, bazı cümleler henüz bitmemiş olsalar da bir duraklamayı hak ediyorlar.

Edebiyat üzerine düşünmek güzel şey. Zihni açıyor. Geçenlerde Türk edebiyatına yön veren kadınlar diye bir yazı okudum, uğruna eserler yazılan kadınlardan bahsediyor. Tabii Tomris Uyar ve Piraye, başköşede konuk. Ziyadesiyle noksan buldum yazıyı. Bu insanlar bir kişiye olan aşklarından mı yazdılar sahi bunları? İnsan, bizzat yaşamış olmasa da, henüz tecrübe etmemiş olsa da, hissedemez, yazamaz mı yani bunları? Belli ki mevzubahis yazı, hissedemeyen birinin elinden çıkmış. Geçmiş olsun.

Katmanlı bir hayatın ortasındayız. Hayat dediğimiz şey, kendi algımızla ortaya koyduğumuz bir zincir bileşkesi sanırım. Yani herkesin bir algı ve bir de vergi zarı var. Bu zarlar seçici geçirgen, neye ne oranda duyarlı olduklarını geçmiş tecrübelerimiz ve fazla “Freudyen” bulabilirsiniz ama yetiştiriliş tarzımız, çocukluğumuz belirliyor. Vergi zarı demişken, vergi diyorum çünkü daha iyi karşılayacak bir terim henüz oturtamadım kafamda. Somut olgu, algı zarından zihne giriyor ve zihinde somut olgu olarak benimsenen şey, aslında o somut olgunun algı zarı etkisinde değişmiş, geliştirilmiş, çekiştirilmiş belki bozulmuş hali. Sonra o konuda sözlü, fiili ya da ne bileyim ben düşünsel tepkiyi oluştururken de vergi zarı devreye giriyor. “Somut olgu” bir kez daha, bu sefer farklı olabilecek dinamikler eşliğinde yeniden değişerek soyut olguya dönüşüyor. Soyut olgunun soyutluğu, ikinci somut olgunun aksine objektif. Bunu bir olgu diyalektiğine benzetebiliriz, buradan Marx’ın yabancılaşmasına kadar da aksak adımlarla da olsa yolumuzu bulabiliriz. Felsefedeki pek çok diyalektik ve yabancılaşma olmasına rağmen, benim en sevdiğim Marx’ınki. Bağışlayın, aklıma yatan, tatmin edici değil sevdiğim diyorum çünkü kendi nesnelliğim ve algı-vergi zarlarım içerisinde de bunun tamamen sübjektif ve taraflı bir seçim olduğunun farkındayım. Bu düşüncenin zihnimdeki halini söze vurmaya çalıştığımda bir noktada tıkanıyorum, zihnimde her şey inanılmaz berrak ve kesin görüntülere sahip ama bunları sözcüklerle aktarma konusunda pratik eksiğim var henüz. Yani bu konu özelinde, yoksa aşk olsun başta yazma konusundaki deneyimsizlik ve yeteneksizliğime atıf yapmış olabilirim; ama hemen kendi ifade becerimi kötülememi beklemiyordunuz umarım.

Çok kendim özelli bir yazı oldu, en azından şu ana kadar. Belki başka bir yazıda daha az kendim, ben gibi sözcükler kullanırım. Ancak bu yazmış olmak için yazdığım değil, yazmak için yazdığım bir yazı olduğu için şu an düşüncelerin akış biçimi bu ve bunu kesemem. Ah ilham bazen akan bir yağmur ve ben bunu durduramam, der gibi oldu değil mi? Ama öyle değil. Yalnızca bu zamana dek genel itibariyle kendime sakladığım henüz kafamda tarttığım şeyleri yazma cesareti bulmuşken, kendi kendimi örselemek istemiyorum. Ne de olsa biz Y kuşağı çocukları, helikopter ebeveynler tarafından “aman çocuğum örselenmesin” üstün çabasının olağan bir sonucu olarak kendi işini kendi görme, kendi hayatını idame ettirme kabiliyetlerinden yoksan bireyler olduk. Ki bunun sonundan gerçekten ne kadar birey olabildiğimiz de epey sorgulamaya değer.

Mesela şu an kucağıma çıkan kedi sebebiyle düşünce akışım kesildi ve günler sonra ilk defa ön kantinde güneşli bir akşamüstü geçirdiğim için, açıkçası buna çok da dertlenmedim. Düşünce akışı demişken, yazının dağınıklığını ve çocukluğumuzun programı Zaboomafoo gibi daldan dala atlayışımı mazur görün. Kafam dağınıktır, belki.

236 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page