top of page
  • Ege Süalp

Sonun Başlangıcı: Bir Türk Ailesinin Öyküsü

Savaşın sadece cephelerde yaşanmadığını gözler önüne seren, güzel insanların acılarla dolmuş samimi yaşanmışlıkları…

“Çocukluk anılarımda ses ve görüntü birbirini tamamlar. Denizin sesini, bahçeye açılan terasta kahvaltı eden büyüklerimin konuşmalarını hiç unutamam…”. Çocukların yetişkinlerden daha samimi olması, kaçınılmaz bir gerçektir, hele ki basılı bir kitabın ince sayfalarında. Şimdi ise İrfan adlı çocuk bize bir asır öncesini anlatıyor; tüm duyguları içine geçmiş o anılarını, sevinçlerini, belki ondan da çok olan hüzünlerini… Ve bu sırada biz de onunla birlikte Galata’dan vapura binip Sarıyer’e geçiyoruz; yemyeşil kıyıya uzanmış Kuleli tüm ihtişamıyla İstanbul’un tatlı-tuzlu sularında dans etmekte. Yukarıdan vuran güneş, rengi doğallığından henüz taviz vermemiş İstanbul’un canlılığını gözler önüne seriyor, biz İrfan’ı dinlemeye devam ediyoruz.

1950’lerde İngiltere’de kağıda dökülen “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” asıl adıyla “Portrait of a Turkish Family”, Osmanlı Devleti’nin yıkılan duvarlarıyla örülen yeni Türkiye Cumhuriyeti duvarları arasında kalmış, bize o günleri anlatmaktan çok hissettirmeyi başarmış bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Yazar İrfan Orga’nın 1908’deki doğumundan başlayan kitap, 1940’ın beşinci ayında anlatımını bitiriyor. Aradan geçen 30 sene, Orga’nın yalın anlatımıyla, okuru o günlere götürüyor ve savaşı, sefaleti, ölümü hissettiriyor adeta. Söylemeden geçmeyelim, aslen İngilizce kaleme alınan kitabın bu denli canlı olmasında yazar kadar, kitabı Türkçeye serbest çeviri tekniği ile çeviren Arın Bayraktaroğlu’nun da küçümsenmemesi gereken bir rolü vardır.

Osmanlı’da ticaretle uğraşan durumu gayet iyi durumda olan bir aileyi tanımakla başlıyoruz işe. Mutfakta yemekler pişiyor, evde üç ayrı hizmetkar farklı görevlerle meşgul. Osmanlı topraklarında halı tüccarı olarak hayatını idame eden bir ailenin geniş salonuna konuk olduğumuzda, o dönemin zengin ailelerinin yaşamlarını mercek altına alabiliyoruz. Bu noktada kitabın en değerli özelliklerinden biri de, bize o salonda bir yer vermişçesine açık ve doğal bir üsluba sahip olması. Bu durum sadece ev hayatını anlatılırken değil, yazarın babaannesiyle gittiği hamamı anlattığı bölümde bile oldukça etkili.

Osmanlı savaşın eşiğine yaklaştıkça, bir şeylerin değişeceği kitapta da önceden sezdirilmiş. Ki öyle de oluyor, İrfan ve ailesi yavaş yavaş o eski düzenlerinden ödün vermeye başlıyor. Verecek ödünleri kalmadığında ise gerçek bir yaşam mücadelesine şahit ediyor okuru. Yaşanan bu gelişmeler kitaba daha da çok bağlatıyor, ve bir bölüm sonrasına heyecanla dolmuş bir şekilde sayfa çevriliyor. Yazılmak için yaşanmış acılar değil belki ama, kitap sayfalarına gerçekten çok yakıştığını fark etmemek de elde değil. Sayfalar çevrildikçe salondaki sesler azalıyor. Okur, ailenin yalnızlığında, onlara biraz daha yaklaşıyor, Türk kadının dirayetine tanık olmaya başlıyor.

“Ben de oturduğum yerde ağlasam mı acaba diye düşünüyordum. Bugünlerde herkes nedenli nedensiz öyle sık ağlar olmuştu ki…”, çocuk yaştaki İrfan’ın çocuksu düşüncelerini barındıran iç sesini duyabilecek kadar yakınız ona. Savaşın felaket boyutlarını, kısa boylu küçüklerden öğrenmek kadar etkili olanı var mıdır?

Eser ilerledikçe, İrfan’ın büyümesi, çocukluğunun verdiği saflığı yok etse de okur çoktan onunla bütünleşmiş olduğundan bu durum doğallığı bozacak kötü bir etki yaratmıyor. İstanbul tasvirleri hala capcanlı; havası ve gökyüzünden tonlarca koyu denizi, hala gözlerimizin önünde. Sadece İstanbul da değil, Türkiye’nin birbirinden farklı bölgelerinde bulunan illerini ve onların anlatılan dönemki durumlarını da sanki resmediyor Orga.

Eser özellikle İngiltere ve Amerika olmak üzere küresel bir yankıya ulaşmış, İrfan Orga ise bu başarıyı yakalayan sayılı Türk yazarlar arasında yerini almış. Türk ailesini, kültürünü yabancıya böylesine doğal anlatan kaç eser olduğunu tartışmaya bile gerek yokken Orga vatanından kilometrelerce uzakta öldüğünde, kendi toprağından kopartılmış, yalnız bir haldeydi. İngiltere’de askeri görevdeyken yabancı bir kadınla ilişkisinin olması, onun vatan haini muamelesi görmesine bu kadar da neden olmalı mıydı? Yapılan güzel işlerin karşılığının bu olması ülkemizde pek alıştığımız bir durum olsa da sayısız eleştirmen tarafından göklere çıkarılmış Türkiye vatandaşı bir yazarı bilmiyor olmak, bu topraklar için su yüzünde göze batacak kadar önemli bir kayıptır. Aynı yorumu, kitabın 94 senesinde Türkçeye çevrilmesini sağlayan Arın Bayraktaroğlu’nun son sözünde daha etkili duyacağınızdan fazla üzerinde durmak istemiyorum.

Sonsöz demişken; kitabın yeni basımına ulaştıysanız, eser 1940’ta bitmekle kalmıyor çünkü yazarın oğlu Ateş Orga bize 1940’ların sonrasında yaşanan süreçte eşlik ediyor, tıpkı babası gibi o da samimi bir üslup takındığından yazdığı son söz sanki kitabın devamı niteliğinde.

Savaşın tüm yıkıcı darbelerine karşı ayakta durmayı başarmış insanların öyküsünü, İrfan Orga’nın “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” adı altında topladığı anılarını, okuyan herkes benzeri güzel duyguları yakalayacak ve onun yalnız bırakılışı, okundukça kaybolmaya devam edecek…

“Kaybedilmiş sevgilerin acısını dile getiren, kederli ve olağanüstü güzellikte bir öykü; 20. yüzyılın en muhteşem anılarından biri…” –Caroline Moorhead, The Independent

___________________________________________________________________________________________________

Kaynakça:

Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İrfan Orga, Ekim 2016, Everest Yayınları

75 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page