top of page
  • Irmak İshakoğlu

Distopik Bir Sokak Dünyası: Otomatik Portakal

Gerçekle kurgunun yer değiştirdiği; günümüz dünyasının, insanların, sokakların distopyaya zamanla ne kadar yaklaştığını gözler önüne seren “sokağın insanları”nın hikayesi...

Her gün milyonlarca hayatın azımsanmayacak bir bölümüne tanıklık eden, günümüz insanoğlunun en büyük sahnelerinden biri olan sokaklardan konu açılınca aklıma gelen ilk şey her gün sokaklarda yaşam mücadelesi veren, onu koruyan birileri olmadığı için kendini korumak ve kollamak zorunda olan sokak çocukları. Dünyada evsiz sayısının her geçen gün artması, Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün raporuna göre 2025’te bu sayı 1.6 milyarı bulacak, bu çocukların yaşam kalitelerinin düşüp aralarına yenilerinin de katılacağını gösteriyor.

Her gün sokakta göre göre duyarsızlaştığımız “sokak insanları”nın yaşam mücadelelerini zorlaştıran bir diğer unsur ise sokak yaşamını bir zorunluluktan çok bir hayat biçimi olarak benimseyen sokak çeteleri, sokak suçluları...

Sokak ve sokaktaki yaşamlar üzerine bir yazı yazmaya hazırlanırken tesadüf eseri okumakta olduğum Anthony Burgess’in Otomatik Portakal kitabının konuyla bağlantısı evrenden gelen bir işaret gibi beni bu kitap hakkında yazmaya itti.

1959 yılında Anthony Burgess’in yanlış bir teşhis sonucu yaşamının son yılına girdiğini öğrenmesiyle 12 ayda aralarında Otomatik Portakal’ın da bulunduğu 5,5 adet romanı yazmaya koyulması, modern klasiklere katkı sağlayan bir gelişme oluyor. Ölümün kıyısında olduğunu düşünen bir yazarın psikolojisiyle ele alınmış bu kitap, yakın gelecekte sokakların bir cehenneme çevrileceğine inanan bir distopyayı konu alıyor. Ölçüsüz şiddet, taciz, tecavüz, hırsızlık ve suçun çemberinde oluşan hikayede yaşanan olayların son derece sıradanlıkla anlatılması kitabın en etkileyici ve zorlayıcı noktalarından bir tanesi. Kanların dökülmesi, insanların acı çekmesi ve buna sebep olanların aldığı zevk, zaman zaman mide bulandırıcı bir seviyeye gelse de kitabı elden bırakmak mümkün olmuyor.

Kitabı kült hale getiren ve belki de beni bu yazıyı yazmaya iten en önemli etken tüm bu vahşetin yalnızca 15 yaşındaki Alex ve arkadaşları Dim, Pete ve Georgie’nin başının altından çıkması. Lise çağındaki bu gençler sokak çocukları olmasa da “sokağın çocukları” olarak var olmaya, holiganlık yaparak benliklerini ispat etmeye çalışıyorlar. Okula arada dikkat çekmemek ve normal gözükmek için uğrayan bu küçük çete, geceleri sokaklarda içine madde katılmış sütler içip iyice cesaretlenerek ev soymak, masum insanlara saldırmak, kadınları taciz etmek, diğer genç çetelerle ölümcül kavgalar etmek gibi aktivitelerle ilgileniyorlar. Benimsedikleri korkunç yaşam tarzı ve zevk alma biçimlerinden aileleri ve etrafları bihaber gibi gözükse de aslında durumun ne kadar yaygın ve alışılmış olduğunu kitap ilerledikçe anlıyor okur. Akşamları evden çıkıp sabaha karşı dönen Alex, masada annesinin bırakmış olduğu yemeklerle karşılaşıyor ve sabahları ilgisiz ailesine inandırıcı olmayan yalanlar söyleyerek serseri hayatına rahatça devam edebiliyor. Yozlaşmış bir toplumda, çocuklarını tanımayan ailelerin kulaklarını ve gözlerini kapatarak ekmek derdinde olmaları kapitalist düzene yapılmış sessiz bir eleştiri olarak çıkıyor karşımıza.

“Sokağın çocukları” ve “sokağın sahipleri” olarak var olan Alex ve arkadaşları, bütün düzene başkaldırsa da aralarında yakalamaya çalıştıkları disiplin ve hiyerarşi, inandıkları değerlerle ters düşüyor kimi zaman. Alex’in baskıcı tavırları ve liderlik yapmak istemesi çetenin sonunu hazırlayan başlıca sebep olarak beliriyor.

Okumayı dileyenler için fazla detay vermemeye çalıştığım bu kitapta Anthony Burgess aynı zamanda okuru değerler ve düzen hakkında yoğun bir sorgulama yapmaya itiyor. İyi ve kötü olmak arasındaki bilinçli tercihin üstünde duran yazar, bu seçimin bir seçim olmaktan çıkarılmasının insanı insan yapan en önemli özelliğinden mahrum bırakıp bırakmayacağını sorgulatıyor: “Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?”

Otomatik Portakal; bilinç, irade, seçim kavramlarının yarattığı üçgen içerisinde okuyucuları düşüncelere daldırırken yazarın bu kitabı yazmak için Rus ve Cockney aksanlarını kullanarak yarattığı Nadsat dili, yazarın filoloji dalındaki usta yeteneğini ve özgünlüğünü gözler önüne seriyor. Okurun başta yadsıdığı bu dil, sonraları kitapla bütünleşerek doğal bir hal alıyor. Bakmak yerine “dikizlemek”, yumruk atmak yerine “zumzuklamak”, dövmek yerine “marizlemek” gibi terimler Alex karakterini iyice somutlaştırarak okurun zihnine yerleştiriyor.

1971 yılında Stanley Kubrick’in beyazperdeye aktarmasıyla Otomatik Portakal daha da tanınır hale geliyor. Ludovico Tekniği ismiyle sinemalarda gösterime girmeye hazırlanan film sonradan, tıpkı senaryonun da asıl kitaba sadık kalması gibi orjinal haliyle piyasaya sürülüyor. Okurken zaman zaman gerilip ürperdiğim bu kitabın filminin IMDb puanı 8.3 gibi hayli yüksek bir oranda. İzleyicileri bir hayli tatmin eden bu filmi, kitabı hayalimde kurduğum gibi hatırlamak için izlememeyi tercih ettim. İzlemeyi dileyenlerin oldukça etkileyici bir yapıtla karşılacaklarından eminim.

Biraz kurgu, biraz felsefi sorgulamalar, biraz da toplum eleştirisinden nasibini almak isteyen herkesin Otomatik Portakal’ı okumasını, üşenenlerin de izlemesini şiddetle tavsiye ediyorum. Sokak ve ilk gençliği ele alan Otomatik Portakal, ne kadar distopik bir dünyada geçse de günümüz ve gelecek sorunlarına ışık tutan düşündürücü bir yapıt olmaya devam ediyor.

__________________________________________________________________________________________________

Kaynakça :

https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2017/07/19/evsiz-insan-sayisi-2025te-1-6-milyar-olacak/

https://www.imdb.com/title/tt0066921/

Otomatik Portakal, Anthony Burgess

270 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page