top of page
  • Ege Süalp

Gönülden Gönüle... Neşet Ertaş

12 yaşında annesini kaybetmiş, 14 yaşında âşıklığa erişmiş ve daha yirmisine gelmeden cebinde iki buçuk lirasıyla terk etmiş doğup büyüdüğü Kırşehir’i. Babasının yanında geçinmektense kendi yolunu yaratmayı tercih etmiş aslında.

Abdallık… Göçebe olmaktır. Her insana dokunabilecek duyguları yüklemiştir omzuna, ta Horasan’dan Anadolu’ya. Karın tokluğuna yapılan sanat, belki de bugünün sanatından kat ve kat daha sanattır. Ve dertler, acılar, başkaldırılar… Belki de en güzel Abdalların diliyle, ağıtlarıyla anlatılır.

Takvimler 1913’ü gösterdiğinde, zamanında dedesinin Horasan’dan göç ettiği, Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinde dünyaya gelmişti Muharrem. Abdallık geleneğine bağlı bir aileye sahip olduğundan bağlamayla daha 7-8 yaşlarındayken tanışmış, öyle ki ilk saz hocaları da dayıları olmuştu. Dayılarıyla birlikte düğünlerde eğlencelerde sahne alan Muharrem, onlarla köy köy dolaşarak bir bakıma pişme imkânı bulmuş ve zamanla Orta Anadolu geleneksel halk müziğinden geniş bir kültüre sahip olmuştu. O günlerden konu açılınca, “Çalıp söyleme işini benim Yusuf Usta vardı rahmetli, beni yanına aldı, ne duydum ne öğrendim ise ondan öğrendim… Nereye gitse bensiz gitmezdi, alır götürürdü.” diyerek anlatır, Abdallıktaki usta-çırak ilişkisine değinirdi.

İlk karısının vefatından hemen sonra Döne Hanım’la evlenmiş, 4 tane de evladı olmuş…

Bu evlatlardan biri olan Neşet, Kırtıllar (bazı kaynaklarda Tırtıllar olarak da geçer) Köyü’nde dünyaya geldiğinde ise takvimler 1938 senesini gösteriyordu. Kader ona Abdallığı 20. Yüzyıla taşıyan Muharrem Ertaş’ın oğlu olma şansını tanımıştı. Onun hikâyesi babasıyla gittiği düğünlerde zil takıp oynamasıyla başlar aslında. Ailenin geçimi babasının bağlama telleriyle sağlandığından, daha çok küçükken müzikle iç içe büyümeye başlamış. “…bana da babam zil vermişti. Böyle düğünlerde aşağı yukarı 4-5 sene babamın yanında zille başladım…”

“Baba dedim ‘Sen neden kendin beste yapmıyorsun türkü yazmıyorsun?’ ‘Oğlum,’ dedi ‘Ozanlar birbirinin devamıdır. Eğer benim demek istediğimi benden evvel gelip giden bir ozanımız yazmış gitmiş ise bana o bir miras bırakmıştır, saygıyla anarak onun sözlerini havalandırırım’ dedi…” Bu konuşmadan sonra düğün evlerinde çalarken, bir gün içerisinde hasta olan bir eve girer. Başında gözü yaşlı annesi, genç bir delikanlı yatmaktadır burada. Çalmasını isterler, onlar için de çalar. Bu olaydan öyle etkilenmiştir ki hemen akşamında “Anam Ağlar Başucumda” adlı ilk bestesini yazmıştır. “İlk bestem bu oldu ama ben bunu besteledim veya bu beste benim demedim kimseye. Yıllar sonra babam geldi eve, “Yavrum bir şeyler hissediyorum ben” dedi bana, “evet” dedim. Zaten birbirimizi tek kelimede anlardık. “Bize garip derler yavrum, gönül de garip” dedi bana…”

12 yaşında annesini kaybetmiş, 14 yaşında âşıklığa erişmiş ve daha yirmisine gelmeden cebinde iki buçuk lirasıyla terk etmiş doğup büyüdüğü Kırşehir’i. Babasının yanında geçinmektense kendi yolunu yaratmayı tercih etmiş aslında. “Aldım başımı gittim, her başını alıp giden İstanbul’a gidiyor. İki buçuk lira var, Ankara’ya otobüs iki buçuk liraydı. Ankara’ya geldim param yok, otobüslerin orda elimde saz duruyorum. Ona vardım buna vardım ‘ben İstanbul’a gideceğim param yok’ dedim, hiç kimse dönüp bakmadı…”

Daha sonra birisi ona dönüp bakacak ve öğleden akşama kadar saz çaldırarak otobüsüne almayı kabul edecek. “Saza baktı, ‘bi çal’ dedi. Ben oturdum, başka sermayem mi var, başladım saz çalmaya…”

Otobüsün arkasında ayakta İstanbul’a kadar gelen Neşet Ertaş, daha nice zorluklarla karşılaşacağından habersizdi. Sirkeci’ye vardığında ne cebinde tek kuruş parası ne de para kazanacağı bir işi vardı. Zordur İstanbul’da, yolgeçen hanı gibi şehirde, Anadolu’dan gelip de hancı olabilmek. Üç gün sabahtan akşama kadar karın tokluğuna da olsa bir iş aramış, gittiği bütün kapılardan geri çevrilmiş. Üçüncü gün ise hayatının belki de dönüm noktası olan “Şençalar Plak”ın kapısından girmiş, giriş o giriş… “Baktım Doğu İş Hanı’nın ta en üst katında ‘Şençalar Plak’ diye yazıyor. Sazı aldım oraya çıktım işte.” Burada plakçının sahibi Kadri Şençalar’ı ağlatacak kadar etkileyen, babasının bozlağı “Neden Garip Garip Ötersin” i seslendirmiş ve ilk kez böyle parlama imkanı bulmuş. Daha önce Zeki Müren’e de büyük katkısı olan Şençalar, onu “Beyoğlu Saz” isimli mekana götürerek yedi buçuk lira maaşla işe sokmuş.

Babasının mirası olan “Neden Garip Garip Ötersin” adlı bozlak, 1957 senesinde ilk plağı olarak raflarda yerini almış. İstanbul’da kaldığı iki seneye yakın sürede iki ayrı plak çıkarmayı başaran Ertaş, geçen bu sürede derin bir yalnızlıkla da boğuşmuş, zaman zaman ağlamış ve en sonunda almış plakları eline, dönmüş memleketi Kırşehir’e, baba ocağına.

Ancak göçebe hayatı burada da sonlanmamış. Kırşehir’deyken radyoda imrenerek dinlediği TRT’nin “Yurttan Sesler” programı ilgisini çekmiş, bu sefer yepyeni bir heyecanla ve tecrübeleriyle Ankara’nın yolunu tutmuş. O zamanlar programın sahibi Muzaffer Sarısözen’in “Kırşehirli Mahalli Sanatçı” olarak bahsettiği büyük usta, radyoyla beraber 60lı yıllardan sonra yükselişe geçmiştir.

O güne dek âşık olmuştur ama aşkı tanımamıştır. Birçok türküsüne konu olan Leyla Ertaş’la tam da bu zamanlarda tanışmış, uğruna babasıyla bile tartışmıştır. Sesi derin olanın, aşkı da derin olur; Neşet Ertaş, Leyla’nın mecnunu olmuş. Lakin birlikte geçirdikleri on senenin sonunda üç tane de evlatları olmasına rağmen anlaşamayıp ayrılmışlardır. Ayrılığın verdiği acı, babasıyla arasının açılması 65-75 yılları arasında bestelerine yansımış, içini sazın tellerine dökmüş büyük usta. Ama aynı zamanda en verimli yıllarını yaşamasını da sağlamıştır. Bu dönemde plakları ardı ardına gelmiş, yorucu hayatı, alkol, sigara bir gece Ahu Pavyon’da yaşadığı olayla adeta “tak” etmiştir.

Gece pavyonda çalarken parmağının basmadığını fark eden usta, alelacele hastaneye yetiştirilmiş ve ekmek teknesini sarsacak haberi orada almış. Felç olduğunu öğrendiğinde, zamanında elinden tutup müziğe çektiği gençlerden hiç yardım görememiş, hastalık acısı değil de bu daha çok yakmıştır canını. Tedavi için Almanya’ya kardeşinin yanına gitmiş, daha sonra ailesini de yanına aldırarak çocuklarını burada okutup sanatına 28 sen

e boyunca gurbetçilerle devam etmiştir. Yugoslavya’da, trafik kazası sebebiyle parmaklıklar ardında geçirdiği günlerden birinde, Erdoğan Atakar ona Yaşar Kemal’den bir kitabı ilk sayfasına “Bozkırın Tezenesine geçmiş olsun” yazarak imzalayıp gönderir. Tam yerine oturmuştur bu laf… O gerçekten de “bozkırın tezenesi” olmuş, süregelen yıllarda bu isim daha da benimsenmiştir.

Başarı öyküsü olarak niteleyebileceğimiz hayatını bir kenara bırakırsak, Neşet Ertaş’ı farklı yapan belli başlı olaylardan da bahsetmek gerekir elbet. Sırf radyo yöneticileri belirli sınırlar içerisinde türkü söylemesini istediği için TRT’nin kapısından çıkar ve daha da girmez. Onun kendisine ve her şeyden önce sanatına saygısı vardır çünkü. Dönemin cumhurbaşkanı Demirel’in kendisine teklif ettiği “devlet sanatçısı” unvanını “hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor” diyerek reddetmiş, halkına ve diğer sanatçılara olan saygısını da fazlasıyla göstermiş, halkın sanatçısı olarak kalmıştır Neşet Usta. Hatta konserinde izleyenlerden “Ceketimi çıkarabilir miyim?” diyerek izin isteyecek kadar büyüktür onun saygısı…

Yalan dünyanın farkındadır o. Şana şöhrete kavuştuğunda bile kendi saflığını korumuş, hiçbir şarkısının telif hakkını almamış, kısacası bir gram endüstriyelleşmemiş. Bağlamayı yürek işi olarak görmüş, stüdyoda geçirdiği bir günün akşamında arkadaşlarıyla rakı sofrasında otururken bile sıkılmadan onlar için de çalmış, onların da gönlüne dokunmuştur.

İhaneti görmüş, günlerce aylarca yalnız da kalmış, ama iyiliğini hiç kaybetmeden yaşamış. İnsan onu yüz yüze tanımasa bile, yanık türkülerinden görebilir içindeki iyiliği. Hakkında tek bir kötü söz yoktur, edilmemiştir.

Onu tanımak, müziğinin kalitesini her dinleyişte tekrar tekrar fark etmek ve hepsinden önemlisi bu dünyada, böyle güzel insanların da yaşadığını görmek… Tabi son sözü üstada bırakmak daha yerinde olacak: "Hak bildiğim yoldan ayrı gitmedim, koğular getirip gıybet etmedim, gönülleri kırıp can incitmedim. Bir garip sazımı çaldım, giderim."

Dinlemek isteyenler için öneri: Gönül Dağı, Evvelim Sen Oldun, Haydar Haydar, Yazımı Kışa Çevirdin, Zülüf Dökülmüş Yüze, Kendim Ettim Kendim Buldum, Neredesin Sen, Yalan Dünya.

_____________________________________________________________________________________________________________________________

Kaynakça:

Garip Belgeseli – Can Dündar

www.wikipedia.org

Bavul Edebiyat Dergisi 9. Sayı

www.eksisozluk.com

267 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page