top of page
  • Eren Kürklü

İstikamet Balat

Her sokağı ve her köşesi eski bir kokuyla dolup taşan bu semti keşfetme şansını yeni yakaladım ben. Geçenlerde bir gün aklıma esti, ani bir cesaretle sabahın köründe tek başıma bindim 30D otobüsüme, boynumda fotoğraf makinem, kulağımda müziğim, istikamet Balat.

Musevi mahallesi olarak bilinen bu tarihi semtin kökleri aslında Bizans dönemine kadar uzanıyormuş. Adının nereden geldiğine dair çeşitli söylentiler duydum. Kimilerine göre, Balat adı, “Baltacı Balat”tan gelir, surlardaki Blaherna Sarayı'na yakınlığından ötürü de semt bu adı almıştır. Kimilerine göre ise, Rumca saray anlamına gelen “Palation” sözcüğü, öncelikle İstanbul'un Haliç kıyısındaki kapılardan birine verilmiş, sonrasında bütün bir semtin adı haline gelmiştir. Venedikliler, Cenevizler ve Ermeniler Bizans döneminde Balat'a yerleşmiş; İstanbul'un fethinden sonra Fatih'in İskan politikasıyla Balat'ın nüfusu artmıştır. Öte yandan, İspanya'da Kilise'nin engizisyonundan kaçan Sefardim Yahudileri (Safarad), II. Bayezid'in davetiyle Balat ve Hasköy'e yerleşmişler. İspanya'dan gelen Yahudiler, Gürcistan Yahudilerini de Balat'a çekmişler, onların da buraya yerleşmelerini sağlamışlar. 1894 yılındaki yangından sonra zengin kesim Galata'ya taşınmış; 1948'de İsrail devletinin kuruluşu ile nüfusun dörtte biri göç etmiştir.


Tarihi boyunca Balat, Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin en gözde yerleşim yerlerinden biri olmuş. Sonrasında, Türklerin de bu semte yerleştiği, azınlık grupları ile barış içinde yaşadığı söyleniyor. Üç inancı bir arada, hoşgörü ve huzur içinde yaşatmış Balat. Semt, 1985'te UNESCO tarafından Dünya Kültür ve Doğa Mirasını Koruma Sözleşmesi'ne dahil edilmiş. Kendi gözlerinizle görünce daha iyi anlıyorsunuz neden dahil olduğunu: her ara sokakta bir sürü yıkık dökük, harap olmuş küçük apartmanlar; yanlarında da restore edilmiş mutluluk saçan rengarenk evler.

Otobüsten iner inmez tarihin kokusunu içime çekmiş gibi bir hisse kapıldım ve saniyesinde fotoğraf makineme asıldım. Görebildiğim her kareyi, yaşadığım her anı, duyduğum her kokuyu, işittiğim her sesi fotoğraflamak istedim sanki. Öylesine güzel, öylesine İstanbul'du ki... Bir sokaktan semtin içine doğru saptım. Ve ilk gördüğüm şey, sokağın her köşesinde çeşit çeşit çamaşır iplerinin rüzgarla sallanmasıydı. Herkesin çamarşıları o kadar düzenle asılmıştı ki: çoraplar ayrı, beyazlar sağda, renkliler ortada, pijamalar en solda, çocukların ve anne babaların kıyafetleri ayrı iplerde... Daracık sokakların gizeminde kendimi kaybetmemek için, ana caddelerden birine çıktım. Saat 10 bile olmamıştı belki, herkes yeni yeni kepenkleri açıyor, masaları diziyordu. Maison Balat adında bir Antikacı & Kahve Dükkanı'nın önünden geçtim. Sahibi, dükkanının bulunduğu binanın solukluğunu hiç önemsememiş, duvarları ve kapıyı gökyüzü mavisine boyamış; bu da yetmezmiş gibi güneşliklerini parlak kırmızı yaptırmıştı. Herkese bir “günaydın”, bir de “kolay gelsin” demeye karar verdim. Peki ne mi oldu? Hepsinden cevap aldım. Kocaman gülümsemeler ile bana teşekkür ettiler. İlk başta beklemiyordum açıkçası; herkesin gözlerini bana diktiğini, “Bu yabancı ne güne burada?” dediklerini hissetmiştim. Ama böyle bir tepki almak yanıldığımın bir kanıtıydı. Bu şaşkınlıkla dik bir sokağa girdim. En ucundaki “Kırmızı Kale”ye ulaşmaya çalışıyordum aslında, ama yokuşu bir seferde çıkamayacağımı fark edince soluklanmaya karar verdim. Arkamı döndüğümde ise meşhur Balat karesinin çekildiği noktada durduğumu fark ettim. Hani bilir misiniz bilmem, fotoğrafın ortasında soluk pembe silindir şeklinde bir bina, iki tarafından ayrılan sokaklar vardır. İşte tam orada duruyordum.


Nihayetinde “Fener Rum Lisesi”ne ulaşmayı başardım. Hayranlıkla dakikalar boyunca sadece dikildim ve izledim. Tarihini, detaylarını, mimarisini, estetiğini, kırmızı ateş tuğlaları, kuleyi, her şeyini... 1454'ten bu yana eğitim veren “Kırmızı Mektep”, Osmanlı İmparatorluğu'nun en yüksek mevkilerinde görev almış Fenerli Rum tercümanlarını, Eflak ve Boğdan beylerini, patrik ve yüksek din görevlilerini yetiştirmiş.


Büyük ihtimal yarım saat sonra, seyrim bitince, geldiğim yoldan geri döndüm. Sokaklardan birinde mükemmel bir kare yakaladığımı sanmıştım ki bir sürpriz ile her şey daha da güzelleşti. Bir sokağa arkadan güneş vuruyordu, binalar rengarenkti, eski bir Şahin yolun başına park etmişti, karşılıklı binalar arasında çamaşırlar havada âdeta süzülüyordu. İşte tam bu sırada, benim arkamdaki sokaktan simitçi bir amca, gür sesiyle “Simitçi!” diye haykırarak bana doğru yürüyordu. Bir baktım önüme geçmiş, kadrajın içine kendini yerleştirmiş. “Şu binada müşterim var da hep gelip simit alıyor benden. Onu bekliyorum, ama duymadı galiba.” dedi. “Amca fotoğrafını çekmemi istediğini söylesene çekeyim” demek geldi içimden. Onun yerine sadece “Sizi de çekebilir miyim?” diye sordum. “E hadi bari çek bakalım!” dedi ve saniyesinde poza girdi. O kadar mutlu ve gururlu duruyordu ki...


Simidimi aldım – inanılmaz bir taş fırın simidiydi, tadı hala damağımda – ve Vodina Caddesi'ne gittim. Caddede biraz yürüdükten sonra karşıma o meşhur Agora Meyhanesi çıktı. Şu anda dış cephe tadilatındalar, ama bu içeride bir akşamlığına keyiflenemeyeceksiniz anlamına gelmiyor. 1890'dan beri hizmet veren tarihi meyhane, Aysel Gürel ile Vedat Akın'ın unutulmaz aşkı olsun, Necip Fazıl Kısakürek'in akşamları olsun, Özdemir Asaf'ın şiirleri olsun, hepsini tek tek kendi içinde saklamış.


Artık Balat Çarşısı'na, yani asıl adı ile Çıfıt Çarsısı'na girme vaktim gelmişti. Leblebiciler Sokağı olarak da bilinen bu çarşıda yorgancılar, plakçılar, ayakkabı tamircileri, şekerciler, kasaplar, eczaneler, sobacılar vs. aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. “Balat'ın her köşesinde eski kıyafet satan inanılmaz dükkanlar görürsünüz” diyenlere “Kulis” adındaki dükkanı gördüğümde hak verdim. Şöyle ki, annem, babam ve anneannem gençliklerini anlatıp anlatıp bitiremezler. Ve ben bu dükkandan içeri girer girmez gençliklerine şahit oluyormuşum gibi hissettim. Müzikten tutun eski kıyafet kokusuna, çantalardan küpelere, küpelerden vatkalı ceketlere... Her şey 20. yüzyıl esintisi veriyordu âdeta. Bir şey almadan dönemezdim ancak vaktim olmadığını fark ettim ve bir sonraki sefer dedim.

Bir dergide “Kadraj” diye bir kahve dükkanı olduğunu, halihazırda çalışır durumda olan çok eski bir film makinesi olduğunu okumuştum. Tabii ki fotoğraflama fırsatını kaçırmadım, Kadraj'da lezzetli mi lezzetli bir kahve içtim ve yorgunluğumu attım. Sonrasında “Antik Cibali & Teos” adlı bir antikacıya girmeye karar verdim. Sahibi Uğur Bey, dükkanın her köşesinin fotoğrafını çekmeme izin verdi. O kadar muhteşem eşyalar satıyordu ki, aniden hepsine sahip olmak istedim: eski oyuncak demir arabalar, daktilolar, çiniler, gramofonlar... Gitme vaktimin geldiğini, yoksa derse gecikeceğimi fark ettiğim anda ana caddeye çıkmak için yola koyuldum. Tam sokaktan dönecekken kapalı bir sahaf ile karşı karşıya geldim. Buraya uğramadan ve bir iki kitap almadan gitmem mümkün değildi. Ben de kapıda yazan numarayı aradım, “Nostalji Sahaf 1960” önünde sahibini bekledim. Kapıyı açar açmaz içeri daldım ve o da hemen, ben hiçbir şey söylemezken Animals plağını bir gramofona yerleştirdi ve “House of the Rising Sun”ı açtı. Tek tek her kitabı karıştırdım, basım yıllarına baktım, plakları inceledim ve kasetlere göz gezdirdim. İnanamayacağınız kadar dağınık ama bir o kadar da samimi bir ortamdı. Mükemmel bir günü sonlandırmak üzere iki kitap aldım ve dönüş yoluma koyuldum.


“Eski bir kokusu var Balat'ın. Yaşanmışlığın kokusu var.” Kariye Müzesi'nden tutun Mimar Sinan'ın 1562'de yaptığı Ferruh Kethüda Camii'ne, buradan Çıfıt Çarşısı'na, çarşıdan Kırmızı Kale'ye, kaleden ise daracık sokaklara, esnafa, halı yıkayan teyzelere, çamaşırların arasından sokağı izleyen genç kızlara, Balat'ın her bir köşesi âdeta tarihin ve yaşamın izleriyle kaplı. Ben en başta söylediğim cümleyi tekrar etmek istiyorum: Ben Balat'ta anladım yaşanmışlığın nasıl koktuğunu, tarihin nasıl hissettirdiğini. Zeki Müren'in de dediği gibi: “Burada yaşar aşkların en divanesi, en şahanesi.”



10 MADDEDE BALAT:


1. Balat, kökleri Bizans dönemine kadar uzanan bir Musevi mahallesi olarak bilinir.

2. Balat, ismini ya “Baltacı Balat”tan, ya da Rumca saray anlamına gelen “Palation”dan almıştır.

3. Herkesin izlediği meşhur komedi dizisi Cennet Mahallesi'nin çekimlerinin çoğu Balat'ta yapılmıştır.

4. “Burada yaşar aşkların en divanesi, en şahanesi” sözlerinde bahsedilen 126 yıllık Agora Meyhanesi Balat'ta bulunur.

5. Balat, üç inancı huzur ve hoşgörü içinde uzun yıllar bir arada yaşatmıştır.

6. Balat, 1985'te UNESCO tarafından Dünya Kültür ve Doğa Mirasını Koruma Sözleşmesi'ne
dahil edilmiştir.

7. Balat'ta bulunan Kariye Müzesi, Yunanca'da “Chora” (şehir dışı), 5. yüzyılda inşa edilmiş, en fazla mozaik ve freske sahip olan müze olup Hz. İsa'nın mekânı olarak kabul edilmiştir.

8. Mimar Sinan'ın 1562'de Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı Semiz Ali Paşa'nın kethüdası Ferruh Kethüda için yapmış olduğu Ferruh Kethüda Camii, Mimar Sinan'ın inşa ettiği en küçük yapılardan biri olup, külliyeden bugüne ulaşabilen tek yapıdır.

9. Vodina Caddesi'nde bulunan Ahria Sinagogu, İstanbul'un en eski sinagogudur.

10. Balat'ta Sancaktar yokuşunun hemen köşesindeki Fener Köftecisi'nde yemeden dönmek olmaz. Hem motosiklet tutkunu sahipleriyle de iki çift laf etmiş olursunuz.

 

Kaynakça: Ortaylı, İlber. İstanbul'dan Sayfalar, İstanbul: Ocak 2007, Alkım Yayınevi

http://sokakistanbul.blogspot.com.tr

http://howtoistanbul.com

362 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page