top of page
  • Safa Pektaş

Bekliyordu Ertesinde Sokağın

“Yalnızım, bunca acı tek bir kelimeye nasıl sığıyordu…” - Cezmi Ersöz - Şizofren Aşka Mektuplar


Mia: "Hastane koridorlarına kendimi taşımak gibi bir gerçekliğim var. Islanmayı arzulamak gibi… Pencereye parmaklarımı değdirip yağmurla beraber kaymak var. Hiç olmayacakları hep arzulamak gibi…"


Bir sokağın hikayesi insani dehayla nasıl anlatılır bilmiyorum. Belki bir kış günü belki de değil. Aylardan ekim, günlerden Perşembe ve kırılgan soğukluğun tende merak uyandırdığı vakitler. Egemen karanlığın gölgeleri yuttuğu, nefes alışların, inanmanın ve yaşamanın zor olduğu bir sokak.


Sanki düştüğümden beri bu dünyaya hiç kıpırdamamışım gibi. Sokağın başında çocukluğumu bırakıyorum, sonuna bakıyorum ve aydınlık olan tek bir umut bulamıyorum. Ay ışığı, bu karanlık gecede bulutun ve sislerin arasından süzülüp bedenime kadar geliyor. Tek bir ışıkla dört bir yandan kırılıyorum. Beni yansıttığına emin olamadığım gölgemi izliyorum. Ellerimi ceplerime götürüp tütün kırıntılarını topluyorum. Kağıda serip huni gibi saracakken gölgemin karıncalandığını görüyorum. Demek ki diyorum kendime, ay ışığı gerçekliğini yitirmek üzere olan bu adamın bedeninden azda olsa geçip yere ulaşıyor. Zaten çılgınca süründüğümüz bu hayatta kaç kişinin bedeni dağılmamış, kaç kişinin kalbi kırılmamıştır.


Adam: Bir gün bu sokaktan, nasıl ki kalbimi alıp uzaklara gitmek istiyorsam, şimdi ellerimi ellerinin üzerinde buluşturup zamanın hiç bitmeyecekmiş gibi kırılmasını istiyorum. Üzerinde dünyanın, dönen bütün duygularına rağmen sadece sana, ama sana, bazı duygular beslemek istiyorum.


Sokak sessiz, canlılık belirtisi yok. Bir dilencinin bu saatte böylesine kimsesiz bir sokakta ne işi olabilir anlamıyorum. Zaten uzun zamandır burada durmuş, kafamı sarhoş gibi sağa sola devirip gölgemde nasıl bir iz bıraktığını izliyorum. Ben gönül dilencisiyim. Daima mütevazı insanların arasında dolaşıp, gönüllerinden geçen cümleleri istiyorum.


Sokağın başındaki baharatçıdan dedi dolu bir koku yayılıyor, irkiliyorum. Arkamdaki fırından taze ekmek kokusu çevreliyor etrafımı. Gözlerimi yerden kaldırmıyorum, korkuyor gibi hissediyorum. Başımın üzerindeki sokak lambası yanıyor. Bir adım sesi. Afili bir kadının yaklaştığını anlayabiliyorum. Baharı andıran parfüm kokusu, kör bir adam olmayı bazen o kadar çok istiyorum ki… Çirkinliğinde dünyayı sadece duyup koklamak istiyorum. Adım sesleri, baharatçının yanındaki kahvehane açılıyor olmalı. Güneş doğacak mı peki? Bu anın gerçekliğini sorgulayacak mıyım? Kunduraların betonda çıkardığı sesler artmaya başlıyor, tak tak tak. Belimdeki tabelayı çıkarsam mı, hayır ben bir dilenciyim. Her şey teker teker artmaya başladı, dükkanlar teker teker açılmaya, dünya tekrar tekrar uyanmaya başladı.


Mia: Saçlarımı bazen sarı, bazen kumral, bazen siyah, bazen gölgeli, merdivenlerin üzerinde serbest bıraktım. Yüksekten bakıyor gibiyim. Hastanenin kapısı her açıldığında buraya ait olmadığımı hissediyorum. Her hissettiğimde gitmek istedim, başaramadım. Uzun yolculuklar bana hep korkutucu gelmiştir. Uzun yolculuklarda ölmek… Adım atmaya gücüm belki bundan dolayı yok. Kardeşim Angel, bugün ölecek, anlıyorum. Şimdi bu merdivenlerden kendimi bıraksam kim engel olabilir ki bana? Evet, herkes engel olabilir. Biliyorum ki, geçmiş günahların gölgesi uzun oluyor. Duruyorum.


İnsanlar, zamanın köleleri, adımlamak zorunda hissediyor. Binlercesi geçecek harcamak üzere kazanmak için zamanı, parayı, insanlıklarını, mevkilerini ve kalplerini. Doğru karar verdim mi acaba? Sorabilecek kimsem yok, beni doğrulayabilecek kimsem yok. Olmaması tek başıma karar veremeyeceğim anlamına gelmez.


Adam: Sanki, demirleniyorum ben. Ufak ufak ve acıtmadan, iskeleye demirleniyorum. Adını unutuyorum. Senle her şey yok oluyor. Biz, ki bu çok cüretkar bir kelimedir biliyorum, seyrek yağmurun altında birbirimize hiç bakamayacağız mesela. Sen ölüyorsun, ben ölüyüm. Şu an yaşayan bütün sokaklar gibi. Burada bitmeyecek biliyorum, ama istiyorum, bitsin.


Her şey bir yanılsamadan ibaretmiş. Ne adım sesleri varmış ne de baharat kokusunun taze ekmek kokusuyla dans edişi. Ne de afili bir kadının ayak sesleri ve heyecanlandıran kokusu. Sokak lambaları çoktan kırılmış, çocuklar boncuklu silahlarını doğrultmuşlar. Dükkanlar yıllar önce terk edilmiş, yıllar önce savaşılmış burada. Yıkılmış gibi ya da yıkılmak için zahmet edilmemiş. Büyük bir terk edilişten sonra kendi haline bırakılmış. Ellerimi alıyorum, neden ellerimi alıyorum ki? Ceplerime götürüp ısınmasını istiyorum. Bekleyişim peki devam edecek mi? Gözlerimi kaldırıyorum, eski bir plakçı dükkanı burası yine eski bir Devrim arabasının duvarlarından içeri girdiği… Hikayesi bende merak uyandırıyor. Kaç savaş atlattığını merak ediyorum. Ama biliyorum ki, hiçbirine ulaşamayacağım. Kimse yok. Çıtırtılar ve kenarımda küflenmiş kalıntılar dışında. Bulutlar yağmurunu döküyor, Ay aralarından kıvrılıyor yine ulaşacak bir yer buluyor. Hatırlanacak ne çok anı varmış. Paltomu düzeltip yüz yıllık bekleyişime arkamı dönüyorum. Dizlerimde ve ayaklarımda hantallığın kemik sesleri. Her şeye arkamı dönüp gitmek kavgası, her insan belli bir dönem yakalanmıştır, alevlendikçe içimde unutmanın gerekliliğine inanıyorum. Adım atmak için hazırlanıyorum. Uzaktan gelen bir rüzgar saçlarımı yüzüme savurup, nefesimi kesiyor. Kafamı kaldırıyorum, gözlerimi hiç kapamamak üzere açıyorum. İçerimdeki damarlar sızlıyor. Bu fiziki bir acının gözlerdeki yanılsaması gibi. Sırtımı geçmişime, sıcak ve camı büyük olan sobaya dönmüşken, sırtımı annemin dokunuşuna babamın ekmek getirişine dönmüşken, gözlerimden akmasına izin vermediğim damlalar ile sulanıyor kalbim. Dayan Kalbim!


Sokağın sonuna doğru bir yolculuğun beni beklediğini görüyorum. Kafamı sağa çevirip dipsiz karanlığı görünce emin olabilmek için bekliyorum. Sola baktığımda sokağın başındaki çocuğun hikaye kitaplarını çantaya doldurmaya çalıştığını görüyorum. Biliyorum ki, bir çocuk geleceğe sessiz ama çokça yalnız bakıyorsa tek dostu kahramanlardır. Göz göze geliyoruz. Çantasını düşürüyor, kitaplar dağılırken bir tanesine takılıyorum. Şizofren Aşka Mektuplar. Çok küçüksün be yavrum, uzak dur ondan. Beni dinlemeyecek biliyorum. Çocuğa arkamı dönüp adım atıyorum. Sırtımdan almak zorunda hissettiğim bütün sorumluluklar dökülüyor. Aşkları sokaktaki boşlukları doldurmak için bırakıyorum. Yolda olmanın verdiği pervasızlıkla hızlanıyorum. Çocuğun gözlerinde bir adam uzaklaşıyor, anlam veremediği bir adam.


Mia: Evimdeyim. Benim olan huzursuzluğu sindirmek zor gelmiyor. Papatyalar gibi dökülen saçlarımı topluyorum. Kucağımda biriktirip sonbaharda, hep bir sonbahar günü, kraliyet tacı yapıyorum saçsız kafama. Sürgün şehirlerin kraliyeti. Bu sonbaharı görebilecek miyim?


Yıllar önce satın almak için heyecanlandığı paltoyu görüyor olmalı. Kollarından püskülleri sarkan, düğmeleri kopmuş, fermuarı yırtık. Omuzlarının neden ayrıldığını düşünüyor. Öğreneceksin. Bu karanlıkta solmuş yeşil paltom onun gözlerinde renksizleşiyor.


Adam: Sokağa biri giriyor bu o olmalı mı? Saçları, bilmiyorum… Ay ışığında kırılıyor, yanılıyorum Daima


Egemen karanlığın gölgeleri yuttuğu, nefes alışların, inanmanın ve yaşamanın zor olduğu bir sokak.


Adam: Bir gün bu sokaktan, nasıl ki kalbimi alıp uzaklara gitmek istiyorsam, şimdi ellerimi ellerinin üzerinde buluşturup zamanın hiç bitmeyecekmiş gibi kırılmasını istiyorum. Yıkılmış gibi ya da yıkılmak için zahmet edilmemiş. Büyük bir terk edilişten sonra kendi haline bırakılmış. Kucağımda biriktirip sonbaharda, hep bir sonbahar günü, kraliyet tacı yapıyorum saçsız kafama. Sürgün şehirlerin kraliyeti. Bu sonbaharı görebilecek miyim?

101 görüntüleme
Daha Fazlası: 
bottom of page